ANA SAYFAKitaplık

Seydali Önal | Bellekteki İzlerin Yürekte Ses Oluşu

Seydali Önal "Bellekteki İzlerin Yürekte Ses Oluşu" adlı yazısıyla Edebiyat Daima'da.

İsmail Kılınç | Bir Töre Romanı: Gök Orda
İsmail Kılınç | Kültür Aktarımı
İsmail Kılınç | Bahaeddin Özkişi’nin “Sokakta” Romanına Dair Bir Tahlil Denemesi

Seydali Önal | Bellekteki İzlerin Yürekte Ses Oluşu

[sharethis-inline-buttons]

Ah bellek, acı bellek!
Hem arısın sen
Hem kim bilir hangi gülden
Kalma diken

                                                                                                                                                                        (Hilmi Yavuz)

Bellek ve anılar bir anlamda insanın bahçesidir.  O bahçede bin bir misk kokulu çiçekler yetiştirdiğimiz gibi yabani otlar ve dikenler de kendine yer edinmiştir.  Kara Fazlî’nın “Gül ve Bülbül” mesnevisinde olduğu gibi gül, bülbül ve dikenlerimiz hayat bahçemizde her zaman varlığını korumuştur.

Arzu Alkan Ateş’in,  Mahir Efendi’nin Papağanıiki küçük kız çocuğunun bellek ve anılarından damıttıklarını;  yüreklerinden seslendirdiği öykü kitabı.  Belleklerinde o kadar iz bırakmış yaşanmışlık var ki yürekler papağan gibi konuştukça matruşka gibi her hikâyenin içinde farklı bir öyküyle karşılaşıyoruz.

Mahir Efendi’nin Papağanı,  çocuklukları ve yatılı okul yılları bir arada geçmiş; iki kız çocuğunun masal ve masal gibi hayatlarla iç içe geçmiş öykülerden oluşmakta.   Kitapta yirmi altı öykü yer almakla birlikte öyküler iç içe geçmiş tek öyküden oluşuyor da diyebiliriz.  “ Bilmek isteyip bilmediğimiz her ne varsa, yaşamın kıyısında gelip buldu bizi. Nenelerimizin masallarından, dedelerimizin söylencelerinden başka türlüydü hayat. Çok sesli, binbir renkli, bazen coşkulu, bazen hüzünlü ama hep merak uyandıran bir masaldı. Hiçbir meselemiz yok sanırdık.  Oysa tüm meselemiz kendimiz olabilmekti. Başkalarının yürümüş olduğu yolda bir başımıza yürümek. Varsın yol hep aynı kalsın. Yürümek değişmek demekti.  Birkaç adım sonra aynı kişi olmadığını hissetmek.  İşte özgürlük buydu. Yolun kendisine rağmen yolcu olabilmekti. Herkesten geriye iyi ya da kötü anlatılacak bir yaşantı kalırdı. Birileri anlatır, birileri dinlerdi. Kuşlar, ağaçlar, çiçekler, nehirler… de işitir ve işittiklerini unutmazdı.  Ne demişti Hatmi Nene, beni hatırlayacak kimse kalmasa bile bahçedeki nar ağacı kurumadıktan sonra hikâyem son bulmaz.” (s.49)

Öykü, kahramanlarımızın çocukluğu ile başlıyor. “Biz iki kız çocuğu. Bizimle başlayıp bizimle bitecek sandığımız hayatın tamlananlarıydık.” (s.9)  Kitabın henüz keşfedilmediği,  televizyonun uzak bir hayal olduğu,  radyonun dedelerin başucunda durduğu günlerde. Ne yapsak! Yoksunluktu. Kendimizi keşfe durduğumuzdan mı nedir, sanki bir ömür sürdü çocukluğumuz. “(s.10)   kahramanlarımızın çocukluk günlerinden sonra başlı başına bir masalımsı bir yer olan “Kuş Ev”in gizemine götürüyor yazar bizi. “İnsan çocukluğunu doğduğu yerde geçirmezse, yabancı kalırmış kendine. (s.17)

Yazar, Kabil ve Habil efsanesine gönderme yaparak hayvan sevgisinin yürekleri nasıl titrettiğine tanıklık ediyoruz. “Bir hayvanın kalbi olduğunu o gün anlamıştık. Hayvanların da kalbi kırılabilir, onlar da hayata küsebilirdi. Ki Karabaş o günden sonra insana küsmüş, kafasını yerden kaldırmaz, gözlerimize bakmaz olmuştu.” (s.26)  Yazar, bize Kıl Haydar’ın hikâyesini ve onun Lale’ye olan sevdasını kendi ağzından anlattırır. “Kıl Haydar kelimelerden çok silahla iş gördü. Kelimelerin mecazını mürselini bilmez.” (s.34) Kıl Haydar, anlatır Lale’ye olan sevdasını ya Lale anlatmaz mı Kıl Haydar’la olan ilişkisini. Yazar, bu sefer Lale’nin bakış açısıyla bizi bu yaşanmışlığa tanık eder. “Kimim?  Adı Lale olmayan bir kadın.  Gittiği her şehirde başka bir adla çağrılan.”  (s.44)

İnsanın bu evrendeki en uzun yolculuklarından biri de kendi ‘ben’ine ulaşmak için aldığı yoldur. Yazar, Yüzyıllık Yalnızlık’a gönderme yaparak kendi  ‘ben’ini sorguluyor. “Kendimizi tamamlamak için kurduğumuz bütün cümleler.” (s.56)  Yüreği, belleğinin yaşanmışlıklarıyla dolu mahir Efendi… “Kelimeler soylular gibi kılıç kuşanır, Mahir Efendi, kılıç şakırtıları arasında ülkeler fetheder, dağlardan ovalardan geçerek gelip önümüzde durur, ganimetlerini orta yere serip istediğinizi alın, derdi.” (s.61)

Hüdaverdi’nin hazin öyküsü bizi hem düşündürmeye yönlendiriyor hem de hayatı sorgulatıyor. “Herkes kendi ölümünü ölürmüş. Hayatta kalanlar, ölümün bedeni daha soğumadan yeni trajediler arzularmış.” (s.64)  Yusuf Masalı’ndan sonra Kızgınların Kemal bize merhaba diyor. “Uzluların Bey Amcasından sonra Kızgınların Kemal de ölmek için kasabaya dönmüştü.” (s.86)  İki kız çocuğunun eğitiminde önemli yeri olan Rüçhan öğretmenin öyküsü… Yatılı okulla birlikte yeni bir hayatın ilk adımlarını atar kahramanlarımız. “ Sınav sonuçları açıklanmaya başlayınca listenin en başında ikimizin adı. Bakışlar daha kindar. Rüçhan öğretmen her şeyi öğretmiş mi ne bize!” (s.102)

Kahramanlarımızın ilk aşklarına, ayrılıklarına, hayatın kanilerinde bıraktıkları izler tanıklık ediyoruz. “Yürümek için çıkmıştık yola. Düşecek, kalkacak, yeniden yürümeye koyulacaktık.” (s.119)

Arzu Alkan Ateş; yüreğimize dokunan gerçekleri masalımsı bir biçimde akıcı,  anlaşılır kısa cümlelerle anlatıyor bize.  Yazar, metinlerarsı ilişkiler bağlamında birçok sanatçıya gönderme yapıyor.  Bir gönderme de Arzu Alkan Ateş’in,   Mahir Efendi’nin Papağanı öykü eserinin temasının közünü oluşturan “Dünyaya bir kez çocukken bakarız./ Gerisi hatıradır.” dizelerinin sahibi ve  2020 Nobel Edebiyat Ödülü’nü Louise Glück’e gönderelim.

[1] Arzu Alkan Ateş, Mahir Efendi’nin Papağanı, Alakarga Yayıncılık,2020

[sharethis-inline-buttons]

YORUM

WORDPRESS: 0