ABDULLAH İPEK’İN İLK ÖYKÜ KİTABI SON GÜZEL GÜNLER’E DAİR

ANA SAYFAKitaplık

ABDULLAH İPEK’İN İLK ÖYKÜ KİTABI SON GÜZEL GÜNLER’E DAİR

Nilay Erik, Abdullah İpek'in Loras Kitap'tan çıkan öykü kitabı Son Güzel Günler'e dair yazdı.

Aynur Ergin | Gidinin İkizleri
MERVE YURTSEVER YAZDI: “BİR TALANIN SEVİNCİ” ÜZERİNE
Muhammet Erdevir “Ölümlünün Yaşam Fragmanları”na Dair Yazdı

ABDULLAH İPEK’İN İLK ÖYKÜ KİTABI SON GÜZEL GÜNLER’E DAİR
Nilay Erik

Abdullah İpek’in ilk öykü kitabı “Son Güzel Günler” Şubat 2024’te Loras Yayınları etiketiyle çıktı. Mahalle Mektebi dergisinden takip ettiğim, öykülerini severek okuduğum yazar; öykülerinde geçmişte kalan fakat unutulamayan kırık aşk hikâyelerini, aile fertleri arasındaki yabancılaşmayı, ötekileştirmeyi, iç dünyalarına çekilen karakterleri, kendisine uygun görülen kimliğe ayak uyduramayanları, toplum tarafından itilip kakılan bireyleri ve onların çıkmazlarını ele almış.

Kitabın ilk öyküsü  “Beklemek” isimli öykü; anlatıcı kahramanın, kendisinden iki yaş büyük hasta ağabeyini görmek için yola çıkmasıyla başlar. Otobüs yolculuğu boyunca ağabeyiyle ilgili çocukluk anılarını da bir valiz gibi beraberinde taşır. Ameliyat sonrası ağırlaşan hasta ağabey, bir bakım merkezine yatırılır. Burası aynı zamanda iyileşmenin olmadığı, umutların tükendiği yerdir. Ve bunu bakım merkezindeki güvenlik görevlileri dâhil herkes bilmektedir. “Burası son durak.”tır. Yazar, sevdiğimiz birini o en kısa, o en uzun, o en zor ve dönüşü olmayan yola uğurlamanın, kayıpların ruhumuzu benliğimizi nasıl da paramparça ettiğini yalın ve samimi bir dille anlatır. Ve bu hikâyeden geriye en çok da “İnsan beklerken yaşlanır.”cümlesi kalır.

Kitaptaki ikinci öykü “Hatırladığım Şey” isimli öykü ise kahramanımızın lise yıllarından kalma fakat içinde henüz küllenmemiş ilk aşkı Şükran’la ilginç bir tesadüf sonucu tekrar karşılaşmasını anlatır. Hikâyede yüreğimizi asıl sızlatan konuyu ise okuyucuya bırakmak isterim.

“Rutin”, tema olarak ötekileştirmenin işlendiği diğer öykülerden farklı bulduğum ve kitapta en beğendiğim öykü oldu. Ötekileştirme, normalin üretildiği uyumsuz olanın damgalandığı bir işleyiş süreci, modern dünyanın en can yakan sorunlarından da biri. Bu düşüncenin temelinde “Sen bana katılırsan benim saflığımı bozarsın, sen tehlikelisin ve benden uzak dur,” düşüncesi yatar. Bizden farklı olan bir varlıkla nasıl bağ kuracağımızı bilemeyiz ve tedirgin oluruz. Hatta zihnimizde etraflarına kimsenin göremediği dikenli teller öreriz. Rutin, öğretmen karakterin gözünden anlatılan bir öykü. Kızı, oğlu ve karısıyla mutlu huzurlu bir yaşam sürerken okula yardımcı personel olarak atanan, kısa süre içinde çalışma arkadaşları tarafından takılan lakapla anılan İvan’ın gelişiyle bu rutini bozulur. İvan; çevresindeki insanlardan farklı, karanlık bir adamdır. Bu tekinsiz duruş, başta kahramanımız olmak üzere herkeste bir korku yaratır. Hatta öğretmen olan karakter İvan’la ilk karşılaşmalarında kolundaki kesikleri fark edip içinden şöyle der:”Kendisine bu kadar acımasız olan biri, başkalarına nasıl davranır?” Öğretmen karakterimizin rutini bozulmuş, içine bir merak bir korku yerleşmiştir. Hikâyenin girişinde rutinini anlatırken “Evlendim, bir kızım ve bir oğlum oldu. Karımı seviyordum. Ailemin etrafına görünmez duvarlar örmüştüm,”der öğretmen karakterimiz. İnsanın kendi benini korumak isteği, kendisine ait olana sınır çizme isteğini okuruz bu cümlede. Bir nevi ötekilerden kendisini ve ailesini İvan gelmeden çok önce ayırmıştır. “İtiraf etmek gerekirse o geldiğinden beri uykularım kaçmıştı. Gecenin bir yarısı uyanıp onu düşünüyordum. Her seferinde ona farklı bir hikâye uyduruyordum. Ve her hikâyenin sonu nedense gelip beni buluyordu.”(s:30) Öyküyü okurken bir yandan İvan’ı toplumdan ayrıştıran, onu ötekileştiren nedenleri, yalnızlığını, çıkmazlarını merak ederken bir yandan da içimizdeki iyiliği ve kötülüğü, merhameti, başkalarının acılarına sessiz kalan insanları, farklı görüşlere tahammülsüzlüğümüzü, ön yargılarımızı sorguladım. Bütün çocukluğu yurtlarda dayak yiyerek geçmiş ama ruhu bedeninden daha yaralı İvan’ı uzun süre düşündüm. Varlık bir muhatap arar, herkes varlığının yankısını görmek ister. Ve olmadığında ağır bir incinmişlik hissi ortaya çıkar. Geçmişin geçmişte kaldığına inanmak ne de büyük bir yanılgı! Geçmiş bugünün içinde dipdiridir. İvan geçmişini bugününde taşımaktan yoruldu. Onu hırçın ve öfkeli yapan belki de bu yüktü. Bu yükü görmeyecek kadar kendi mutluluklarına ve rutinine gömülen insanların temsiliydi belki de çevresindeki insanlar. Anlatıcının öğretmen karakter olması, olayları anlatırkenki mesafeli duruşu, tarafsızlığı öykü kişilerinin ve çevresinin gerçekçi bir şekilde ele alınmasını sağlamış. Bu yönüyle de çok başarılı buldum öyküyü.  Böylece okuyucuya boşlukları doldurma fırsatı vermiş ve çokça sorgulatmıştır; nitekim öğretmen karakter öykü boyunca İvan’ın etrafındakilere bir kötülük yapacağını beklerken finaldeki tercihiyle kalakalmıştır. İvan’ın hikâyesini okurken İvan’ın öğretmen olan anlatıcımızdan paradan daha fazlasını beklediğini hissettim.   İnsanlar zor durumda olan bir kişiyle karşılaştıklarında, çevresinin de etkisiyle sorumluluğunun azaldığına inanır. Kişi sayısı arttıkça müdahale oranı düşer. Aslında İvan saatli bir bomba gibi etrafta dolaşmaktadır. Ve insanların olmadığı bir yerde kendini patlatmıştır.

“Yarım Bırakılmış” sen dili anlatımının başarılı bir şekilde kullanıldığı bir öykü. Zamanın insan ruhu üzerindeki hüznünü okuruz. Mazi kalbimizde bir yaradır bu öyküde. Çünkü gençlik mazidedir. İnsanın özlediği duyguların o taze kokusu da mazidedir. Kahramanımız sorumlulukları, eşiyle anlaşmazlıkları yüzünden hayat denizinde kaybolmuş ve boğulmaktadır. Tutunacak bir dal aramaktadır. İçten içe kendisine uzanacak dalı mazide arar. Aslında bu mazi içimizdeki odalardır. İnsan ne zaman incinse kapısını kilitleyerek o odalarda gezer. Kahramanımızın kendini bulduğu o şehir, o odalardan biridir. İlk aşk, ilk ayrılık, ilk kalp çarpıntılarının yaşandığı o şehir… İnsanın yalnızlığını ve hüznünü arayışını, çıkmazlarını saf kırılganlığı, ilk aşkı okuduğum bu öykünün finali bana Behçet Necatigil’in “Gizli Sevda” isimli şiirini anımsattı. O yalın bilindik hikâyeyi “Yarım Bırakılmış” bu hikâyede de aynı samimiyetle okudum. Ve Dıranas’ın şu şiiri döküldü dudaklarımdan:

“Kâğıtlarda yarım bırakılmış bir şiir/ İnsan yağmur yağan bir sabaha karşı/ Hatırlar bir gün bir camı açtığını/Duran bir bulutu bir kuş uçtuğunu/Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı/ Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.” Bu hikâyede kahramanın zihninde bir zamanlar tüm güzelliğiyle yaşayan şehir, bir hüzün şehrine dönüşür. Çünkü bu güzelliğin yaratıcısı, hayalinden medet umduğu o dal da kayıp gitmiştir elinden. “Mıhlanıp kalıyorsun olduğun yere. Bu aziz şehir ikinci kez yıkıma uğruyor. Gün eğilmeye yakın. Sen uzak ve bulanık bir aynadan kendine bakıyorsun. Elin ayağın buz kesiyor, susuyorsun.” Nitekim o odalardan biri bir daha açılmamacasına kilitlenecektir. Öykünün finalinde kahramanın yalnızlığıyla baş başa kalışını izleriz.

Kitapta finaliyle dikkat çeken öykülerden biri de “Eskidendi O” isimli öykü. Hikâye klasik ev halleriyle başlayıp başka bir yöne eviriliyor. Ve öykünün sonunda önceki adıyla Arda yeni kimliğiyle Ayça’yla anlatıcımızla aynı anda karşılaşıyor ve onunla aynı anda düşüncelere dalıyoruz. Bizim de zihnimizde o zayıf genç delikanlı, kırmızı elbisesi dolgun göğüsleri topuklu ayakkabılarıyla bir görünüp bir kayboluyor.

Abdullah İpek insanın çözülüşlerini, iç dünyalarını, sıkıntılarını, içimizdeki ve dışımızdaki ötekiyi sosyal zeminden kopmadan bugünün insanına seslenen bir duruşla aktarmıştır. Karakterler kendi iç huzursuzlukları, özlemleri ve hayal- gerçek çatışmalarıyla baş etmeye çalışırken aynı zamanda toplumdan da kopmazlar. Aile içi ilişkileri ev içlerini, gerçekçi bir dille aktarırlar. İpek’in öykü evrenine tanık olmak, karakterlerini tanımak benim için güzel bir deneyim oldu. Yazara yazı yolculuğunda başarılar dilerim.  

YORUM

WORDPRESS: 0