Aynur Ergin | Gidinin İkizleri

ANA SAYFAÖykü

Aynur Ergin | Gidinin İkizleri

Aynur Ergin, "Gidinin İkizleri" adlı öyküsüyle edebiyatdaima.com'da.

Muhammet Erdevir “Ölümlünün Yaşam Fragmanları”na Dair Yazdı
MERVE YURTSEVER YAZDI: “BİR TALANIN SEVİNCİ” ÜZERİNE
Sema Bayar’dan İkinci Öykü Kitabı: Vakitsiz Ölüler Yurdu

GİDİNİN   İKİZLERİ

Arabadan apar topar indi. Arka kapıyı açtı. Afil.  Dünyanın en güzel adamı. Sevdiğim. Yolum. Yoldaşım. Ne vakit indim, ne vakit uçar gibi uzaklaştı onlar bilmiyorum. Başımda ne çok uğultu var. Kramplar giren midemin bulantısıyla dizlerimin üzerine bıraktım kendimi. Salya sümük ağlarken ne çok kustum. Çömeldiğim yerde kusmuk içinde, içim dışıma gelene dek öğürürken bin yıl baktım artlarından. Tırnaklarımla yüzümü yol yol çizmişim. Her biri çıkmaz sokak sapağıydı alınyazımı onaylayan. Gürültülü bir yaşamdan kaçtılar. Eski bir mahalle sapağından taze asfalt yola sapıp korkunç bir sessizlik ormanında kayboldular.

O sabahın üzerinden henüz birkaç dakika geçmiş gibiydi. Tam sekiz ay, on yedi gün, üç saat sürmüş birkaç dakika! Koşturup duran akreple yelkovandı. Ben hep yittiğim vakitteydim.  Ne zamanın içinde ne de büsbütün dışında. Hayatın farklı imlasında. Beni insan kılan ne varsa, şimdi, yeşil çizgili eski bir çarşaf üzerinde can çekişiyordu. Yine o vakitten kalma keskin bir kusmuk kokusu sardı etrafı. Tanıdık bir koku: babamın çürük tütün kokan nefesi… Annemin her kavgada tiksintiyle yüzüne vurduğu. Kusmalarımın sonu gelmiyor. Kustukça babam gibi kokuyorum.  Kahroluyorum. Aldım kendimi yolun üstünden. Gideyim buradan dedikçe bu kusurlu ihtiyar yüzümü düz duvarlara çarpıyordum. Dişlerim dökülüyor. Yüzüm gözüm dağılıyor. Canım ne çok yanıyor. Yaşı ne olursa olsun, canı yanan: ah anam! Der. Ama gitmek en iyi hesabıdır dünyanın diyen o adam, bu hesabın benim dünyamı yıkacağını, dünya hesabına kattı mı? Sanmıyorum!

Sabah ezanı okunuyordu. Saba makamı, doğan güne aldanma; sonu elbet ölümdür ikazındaydı. Sonu görmeden öldüm. Bir yastıkta kocanacak bir ömür için çıktığım yolda ele güne seyirlik olduğumda… Herkes bildi. Gördü herkes. Ve ne çok konuştu. Ne kadar çok güldü. Sonra ne çok tövbe etti. Aman! Dediler, aman! Kınadığın başa gelirmiş; Allah esirgesin!  Kimi sustu. Çok mu çok acıdı kimi. Kimseler bana benden çok acıyamazdı oysa! Arabadan inerken önüme atılmış beyaz bohçamı aldım yerden, sıkı sıkı kucakladım. Çeyiz bohçam, göz nurum; burnumun direğinde ince ve derin sızı. Her bir ilmeğine hayallerimi gizlediğim, nice umutlarla ördüğüm dantel yatak örtülerim, kanaviçe işlemelerim, iğne oyalarım. Ne çok hayal, ondan daha çok hayal kırıklıkları… Gün açtı mı bilmiyorum. Gözüm kararmış, karambole yürüyorum. Yürümüyor adeta sürünüyorum. Pis bir sürüngenim! Ayağının yanıyla az öteye itelenmiş, yetmemiş üzerine tükürülmüş. Ayaklandım. Öyle sandım ki Sırat’tan geçtim. Eve vardım sonunda. Kaç ömürlük yoldu? Bilemem ki bana muamma… Kapıyı babam açıyor. Gözlerimde aradığını buluyor. Hey gidi mahallenin Muhip abisi! Korkularından emin olunca başı usulca önüne düşüyor. Gözlerindeki o kahrolmuş ifade ona on yaş birden ekliyor. Oluyor elli sekizlik bir ihtiyar! Omuzları çöküyor. Dili sanki lâl oluyor. Saçlarına yürüyen akları görüyorum. Gözümle görmesem inanmazdım. Oysa her an’ı gerçekti. Çöp kamyonuyla geçerken sıraya dizilip selama duran mahalle çocuklarına uzun uzun korna ile selam veren Muhip amcaları, artık ne gülümseyecekti bir daha ne de mesai dönüşlerinde cebindeki leblebi şekerlerinden koyacaktı avuçlarına. Kimselerin yüzüne bakamayacaktı. Kolları kupkuru bir ağaç dalı gibi iki yanına düştü. Omuzları içe katlandı. Ufak tefek bir adamdı zaten, daha da ufaldı.  Hayır, bana öyle gelmedi! İçindeki yangın büyüdükçe bedeni küçülüyordu. Alev aldı, cürmü kadar yandı ama kimseyi yakmadı. Sigarası hariç. Biraz gerisinde duran Sevim’in yüreği sıkıştı. Yüreğindeki daraltı bendekiyle aynıydı: Ne de olsa ikizdik. Sevim ile Nevim. Mahallelinin, bodurlar modurlar ama ne becerikli, ne temiz, ne titiz, ne edepli kızlar dediği hafız ikizlerdik. Çirkinceydik. Asla hiçbirinin oğullarına yakıştıramadığı, Allah’ın hayırlı yazılar yazmadığı, tüm hayırlı kısmetlerin o hayır dualarına sağır olduğu, evde kalmış ikiz bacılardık. O kadardık!

Sevim’in boynumda kenetlenen kollarından sıyrıldım. Kanepenin kenarına ilişmiş üç numara Ümran’ın ve nenemin tekne kazıntısı diye sevdiği Ümit’in ayazda yel değmiş yeşil dal gibi titreyişlerine baktım kan inmiş gözlerimin ucuyla. Ölgün bakışlarının takibinde bohçayı yere bıraktım. Son bir gayretle arka odalardan birine attım kendimi. Gün açmadı, sabahın körü olarak kaldı. Hiç çıkmadım yataktan. Çok hasta, demişler. Çoğu da meraktan elbet, geçmiş olsuna geldiler, geçmeyeceğini bile bile. Ama kim geldiyse olmadı, ikna edemedi beni yataktan çıkmaya. Yüzümü duvara dönmüş, bir noktaya odaklanmış, kör kör, kıpırtısız dal gibi yatıp duruyordum. Cenaze evindekilere çekilen nutuklara benzer, neresinden tutsan elde kalan nasihatler verdiler. Baktılar olmuyor, bir vakitten sonra vazgeçip sustular. Sonra gelip gitmeyi de bıraktılar. El ayak çekilse de hafızamın dehlizlerindeki kalabalık hayli hareketliydi. Kımıl kımıl hatıralar silsilesinde hep annem vardı. Uzun boyu, ay teni, kara gözü, kara kaşı ile  güzeliğinin bu mahallede, bu evde ziyan olduğuna kahırlanan kadın. Düğünüme yakın vakitte Sevim’e söz takıncaya dek gülüşünün ne kadar güzel olduğunu, dişlerinin inci gibi ışıldadığını hiç görememiş olduğumuz annem. Oysa biz onu, en affedilir kusurlarımıza bile dehşetle öfkelendiği o büyük siniriyle bellemiştik! O güzel fındık burnunun ucuna yakışmayan öfkesi de kapı arkasında tuttuğu kızılcık sopası da neyse, annem de oydu yüreğimizde… Parmak uçlarımıza düşmana vurur gibi vururdu. Bulaşıkların ardından lavaboyu ciflemedik diye kaba etlerimize indirdiği sopası, hırsını almaya yeterli gelmeyince evin arka bahçesinde, nemden yosun tutmuş duvar diplerinde bitmiş bir avuç ısırgan otunu bacaklarımıza, kollarımıza, apış aramıza değdiren annem. Tevekkeli değilmiş ısırgan otuyla yakması bizi, başka türlüsü yeterli gelmiyormuş anneliğinin cömertliğine! Hayat ona kötü sürprizler yapmıştı, o da acısını bizden çıkarıyordu demek ki… On beş yaşında Kasap Cemal’in oğluyla kaçmış ama hevesini tez alan Sarı Enver, bu sefer annemden kaçıp sırra kadem basmış uzunca bir zaman. Mecbur, eve dönmüş kaçak bindiği Arifiye treniyle. Anneannem ıslatıp ıslatıp dövmüş. Süt kokulu, tüysüz sütun bacaklarındaki morluklar üç ayda anca geçmiş. Hiç acımadan hem onu dövmüş hem kendi saçını başını yolup yolup ağlamış. Hırslanıp yeniden bıraktığı yerden devam etmiş dövmeye.

 Elinden alamadık. Beline inen kapkara lepiska saçlarını eline geçirdiği bıçakla kökünden kesti. Yalan yok, saçlarına çok yandım, diyor Hacı yengem. Ananızın başına ne geldiyse güzelliğinin kibrinden geldi, yavrum. Güzel avrat kapıya it de getirir kopuk da. Ona gelenleri sıraya dizsek İstanbul’a yol olur. Güzeldi ananız, çok güzel! İnce beline dolansam demeyen adam değildi. Heveslisi çoktu; duyardık oradan buradan. Başına doladığı örtüsü çaresiz kalır, esirgeyemezdi boynunun güzelliğini şehvetli gözlerden. On beş yaşında, ben diyeyim ipek gibi, sen de atlas kumaş gibi bir kızdı. Dokunma isteği kasıklarında coşardı delikanlıların. Kapılarından geçer dururdu bin bahaneyle nice adamlar. Ah Nermin, kadın paşasıydı da yanlış düğmeye ilik oldu. Sonrasında ne dengini buldu ne bulduğuna ısınıp denk olabildi! Kum saati bedeni sadece zamanı eleğinden geçirdi, o kadar!

Cuma pazarına marul fidesi satmaya gidiyorduk nenenle ki baban çıktı yolumuza:

Neyse ne, her haliyle kabulümdür! Gözüm de gönlüm de ondan başkasını bilmedi, verirsen kızın benimdir, dedi baban.

Dedikodular almış yürümüş, nenen kabul etmeyip ne edecek? Allah’ına bin şükürle bir haftada anneni evden telli duvaklı gelin çıkardı. En sümsük kızların bile, yerden bitme Muhip deyip burun kıvırdığı kara kuru bu delikanlı, mahallenin en güzel kızını koynuna almayı başardı en sonunda; amma ufak bir kusuruyla, dedi Hacı yengem, ayak ucumda eski defterleri açıp açıp okuduğu bir vakitte.

O anlattıkça kirpiğimden boz bulanık seller aktı. O gün, Allah’a gücendim. O, bize çok daha evvel küsmüş olmalı ki elini çoktan çekmişti üzerimizden. Felaketlerin, birbirinin peşine takılıp gelmek gibi kötü bir tabiatı vardır, derler. Yokluk belimizi bükmüş, artık büyük bir yoksullukla da sınanır olmuştuk. Babam uzun zamandır işsizdi. Sevim’in sözünden kısa zaman sonra -belediyedeki çöp kamyonlarına şoförken- tam da düğün arifesi işten çıkarıldı. Tazminatını zar zor, dört taksitle alabilmişti. Komşumuz Naciye teyzenin küçük oğlu Avukat Bülent olmasaydı o parayı pul olmadan asla alamazdık ya, buna da bin şükür. Sevinmiştik. Babam, gözünü kırpmadan bir dediğini iki etmediği Nermin’inin eline dökmüştü yirmi altı yıllık alın terini. Şimdi elde yok avuçta yoktu. Bakkalın veresiye defteri dolup taşmıştı. Öğretmen emeklisi bakkalımız Ağrılı pinti Recai bile kimselere göstermediği lütfu bize çok görmüyordu: Acelesi yok Muhip, elin rahata erince verirsin, dert etme birader, diyordu. Ama nereye kadar? Büyük dayım Rıza geldi bir sabah erkenden. Anneannem yollamış. Bir mendille bohçalanmış para destesini bıraktı masanın üzerine titrek elleriyle.

O cehennem zebanisi, giderken Muhip’in tazminatını da götürmüş, boynu altında kalasıcaya yemek nasip olmasın. Bizi yaktı, Allah da onu yaksın deyip dizlerini dövüp ağlıyor.

Anneannem uzun zamandır kötürümdü, gelip gidemez olmuştu ama aklı hala zehir gibiydi. Babama minneti hiç bitmemişti, belli ki bitecek gibi de değildi. Rıza dayım ayakucuma ilişmiş, gözlerini yerden hiç kaldırmadan, kısa, dolgun nasırlı parmaklarıyla sanki üzerinde toz varmış da onları topluyordu. Mendil kesesinin içinde ihtiyacımız olandan daha çok para vardı. Babam, kırık dökük ama içimize kızgın mil gibi işleyen bir sesle: Sağ olsun, dedi. Yüreğimize çivilenen her yitik duygunun yeri usul usul kanıyordu. Para iyiydi de savamıyorduk.  Kefenin olmayan cebinde toprağa götürülecek yaralarımız, öfkelerimiz, sırlarımız birikiyordu. Babam, derin ama mahcup bir nefes aldı. Sigara paketini masanın üzerinden alıp kendini dışarı atıverdi. Masanın öbür ucundaysa haftalardır başka bir bohça duruyordu öyle anlamsız anlamsız! Sevim’in iade edilen hükmü yitmiş söz bohçası!

Gidinin kızının evimde işi ne? Bu iş burada biter, anası ne ki kızı ne olsun! İstemem, katranı kaynatsan olur mu hiç şeker? Demiş kaynanası. Hiç ağlamadı ama Sevim, hem de hiç! Ben yattıkça o, kendini sonu gelmeyen temizliğe vurdu. Bu arada mahalledeki adımız Gidinin İkizleri kaldı.

Bu sabi aylardır yataktan çıkmıyor, ağzına doğru dürüst bir şey koymuyor. Yazıktır, günahtır, böyle olmaz, bi doktora gösterelim, dedi Seniha halam.

Sürükleyerek götürdükleri, ağzımdan bir tek kelam alamayan doktorun yazdığı kırmızı reçeteliler, sifon sesiyle kaybolup gidiyordu suların koynunda… Bu, böyle bununla kalmadı tabii; günde üç paket sigarayı içmeyip adeta sömüren babam ince hastalığa tutuldu. Doktorların çarelerine omuz silken bir ben değildim. Son çare Heybeliada Sanatoryumu’na sevk etti doktoru.

Açık hava size çok iyi gelecek Muhip Bey, deniz insan ruhunu da bedenini de iyileştirmekte bire birdir, dedi.

Heyete girdi. Onay çıktı. Yatışı yapıldı. Ne varsa silip atarmış, tertemiz olurmuş ruhu insanın. Peki, nereye, nasıl kaybolur tüm yaşanmışlıklar? Unutmak, unutulanın hastalığa dönüşümü değil de nedir doktor? Diyememiş belli ki! Ama son sözünü de söylemeden gidici değildi.

Düşündü taşındı epeyce. Küçük bir plân kurdu, büyük sözlerini büyük sesle söyleyebilmek için! Birkaç gün sonra bütün ülkeyle aynı anda gördük, duyduk, okuduk. Boy boy resimlerimizle ana sayfadaydık! Düğün fotoğrafımızda, hiçbir albenisi olmayan ikinci el kiralık gelinliğiyle, ödünç bir tebessümle yirmi üçlük ben ve sırım gibi boyuyla, benim iki katım uzunlukta, erkek güzeli, yakışıklı mı yakışıklı kocam Afil. Başka bir fotoğrafta maaile hepimiz! Koluna giren babamın kocaman gülüşüne inat, surat asmış annem hariç hepimiz ne kadar güzel gülmüşüz. Büyükçe başka bir fotoğrafta ise nihayet annem, inci dizisi gülüşüyle hem benim hem Afil’in koluna girmiş, mutluluktan ağlayacak koca yürekli bir anne heybetiyle, fotoğrafa bakanları kıskandıracak kadar vakur duruyor otuz dokuzunda bir ahu gibi. Fotoğraflardaki tek kusur Afil’in inşaat işçisi olduğunu açık eden, yirmi sekiz yaştan ziyade elli beş yaşa ait hırpalanmış gariban amele elleriydi. Bu kadar kusur Kadı kızında da olurdu elbet.  Hele annesinden güzellik namına tek bir tüy bile almamış, bacak kadar boyuna, hiç gülmemiş ve gülmemeye yemin etmiş, istikrarlı akışındaki kaderine inat, var olmak için didinen, Button hastası bir gelinin yanında bu eller kusur olmazdı, olamazdı. Başa konan talih kuşuydu. Ekmek parası için göçmüştü Afil. Arkadaşlarıyla inşaatta, barakada kalırken nişandan sonra evimizin ferdi oldu.

 Kira verme haybeye, gel bizle kal; hem sulu, sıcak yemek geçsin boğazından, demişti babam.

 Geldi, yerleşti. Babamın işsizliğiyle çığrından çıkan aile kavgalarında ona mahcup olan bir ben olsam da onun soluğu soluğum oluyordu. Elimize geçen ilk toplu parayla gelin evime alışverişe çıktık. Hiç bilmediğimiz şeyler yaşıyor, eve mutlu dönüyorduk. Birkaç hafta böyle güle eğlene geçti. Annem artık bizle gülebiliyordu. Hakkını yiyemem, gördüm, düğün salonundan çıkarken arkamdan çok ağladı annem! On gün sonra Sevim, telefonda, annemin evi terk edip anneannemlere gittiğini haber verince ben de anneme ağladım. Ancak anneannemin söylenip sövmelerine bir ay dayanabilmiş, sonunda soluğu bizde almıştı. Beş ay kaldı bizimle. Yalan yok, ben duymadım. Sevim çıkıp geldi, dilindeki düğümü çözmeden kaldı birkaç gece. Anneme çıkan dedikoduları, annesinin beddualarını, babamın dönsün, gelsin evine ricalarını anlattı durdu. Anlatırken çok ağladı Sevim.  Bir haller vardı onda ama aklım ermiyordu. İkizlerden biri daha zeki olurmuş. O, ben değildim. Annem Nuh dedi, peygamber demedi. Sevim eve döndü, biz öylece kaldık sığamadığımız evimizde. Bir akşam annem, evi taşıyalım, milletin ağzını burarız belki, dedi! Ara ara çıkıp ev baktılar. Sen gelme, yemek yap, usul usul toparla bir şeyleri, dediler. Bir dediklerini iki etmedim. Üç odalı bir ev bulmuşlar. Onun da odası olacaktı. Bizden başka kimi vardı ki zaten. Arada Sevim’le çocuklar da gelir, büyük ev iyi olur, dediler. Ben de dedim; oysa bana soran yoktu. Taşınma arifesinde Rıza dayım aradı. Annem ne onun telefonlarına çıktı ne babamınkilere…

 Baban gelip alacak onu, diretmesin anan! Kırmayayım kemiklerini, dedi dayım son aradığında. Gelmesin sakın, dönmem! Evim burası, böyle çok iyiyim ben, dedi. Niye? Anneme akıl sır ermiyordu, hele benimki hiç mi hiç…

Telefonda Sevim’e: Sabaha karşı taşınıyoruz, dedim. Huzursuz kuşlar kondu ses tellerine. Yüreğim üşüdü. Nice koygun duyguyu yüklenemeyen kamyon, babamın imzasıyla senetlenip sepetlenmiş mobilyalarımızı yüklenip erkenden yola koyuldu. Sabah ezanı okunurken ufak tefekleri bagaja yükledik. Annem, bohçamı kucağıma verdi:

Kucağında dursun, ezilmesin, yazık günah! Hem, sen arka koltuğa geç, ben Afil’in yanına geçerim, rahat oturursun, dedi.

Saba makamı ölümümü çağırırken arka koltuğa yerleştim. Araba ilerlerken hoca, sesini daha çok duyurmaya azmediyordu. Köpekler de onunla yarışıyor, uludukça uluyordu. Çok geçmemişti ki bizim mahalleye saptık. Acaba annem eve mi dönecekti? Çenedere Köprüsü’nden de geçtik. Niye ki? Ve aniden durduk. Neden?

Hadi in! Babana git, olmadı nenene, dedi Afil.

Apar topar inip kapımı açtı. İndim. Ayakucuma düşen bohçamla sabahın ayazında kâh ağlayıp kâh kusarken ben, gitti onlar! Köpeklerin bile havlayarak terk ettiği bir sabah, üzerime doğarken o doğumun sancısıyla kıvranıyordum. Çığlıklarımı bastırmak için yola secde edip ağzımı yumruklarımla tıkıyordum.

Anne! Neden anne?

İçime yuttuğum bu ilk cümle, mideme yediğim güçlü bir yumruktu. İlkti ama asla son olmayacaktı!

 Gazeteciler son hallerimizin o huzursuz fotoğraflarını da eklemişti gülen pozlarımızın yanına. Öncesi ve sonrası der gibi…  Her gün başka bir gazetenin ön yüzündeyiz artık.  Yazıyor, yazıyor!… Haber değerimiz tükendiği o son gün, babam hastaneye yattı. Ben yataktan çıktım. Hazırlandım. Masanın üstündeki gazeteyi aldım. Ayağıma ilk bulduğum pabucu giyip karga tulumba beni arabadan indirdikleri yola vardım. Uzun, upuzun yürüdüm. Bakışı bakışa ekleyip kaldırım taşlarında kendimi aradım. Bir rüzgâr aklımı almıştı, belki başka bir rüzgar geri getirir mi ki diye umdum. Oysa umduğum ummadıklarımdan gelmişti. Çenedere Köprüsü’nde durdum. Ölgün suya baktım. Ağlıyordu. Derinden derine eşlik ettim. Kendimi buluyor, işmar edip çağırıyor ama cevap olamıyordum. Gözüm kesmiyor, kendimi derenin kollarına salıp gidemiyordum da. Ne ölebiliyor ne de yaşayabiliyordum. Kısır bir solukla bir vakit nereye gittim, nereden döndüm bilemeden öylece duruverdim. Baktım içime. Don vurmuş. Yangınlarım sönmüş. Nice vakit sonra gazeteyi fark ettim elimde. Usulca baktım. Gözyaşlarım hükümsüzdü. Bir sis perdesinden bakarken içimdeki çivileri söker gibi her harfi tek tek söktüm:

ALTI AYLIK DAMADIYLA KAÇAN KAYINVALİDE KAYIPLARA KARIŞTI!

Kapağını açmama kalmadan içinden siyah bir kedinin fırladığı çöp kutusuna, ait oldukları yere bıraktım onları. Her ölü mezara gömülmezmiş…

YORUM

WORDPRESS: 0