Affan Fatih Öztürk’le “Levanna’nın Gülleri” Romanı Üzerine

ANA SAYFASöyleşi ve Soruşturmalar

Affan Fatih Öztürk’le “Levanna’nın Gülleri” Romanı Üzerine

Burçin Laçin Altay sordu, Affan Fatih Öztürk cevapladı: Affan Fatih Öztürk’le “Levanna’nın Gülleri” Romanı Üzerine

Muhammet Erdevir | Suzan Yörük’le “Şehbal” Üzerine Söyleşi
İbrahim Halil Çelik, Ethem Baran’la Söyleşti
Abbas Kiyarüstemi ile Söyleşiler M. Akif Koç’un Çevirisiyle Türkçede

Affan Fatih Öztürk’le “Levanna’nın Gülleri” Romanı Üzerine

Konuşan: Burçin Laçin Altay

Affan Fatih Öztürk Hakkında:

1987 yılında İstanbul’da doğdu. Türkiye’deki üniversite öğreniminin ardından yurt dışına yerleşti. Varşova Üniversitesi İşletme Fakültesinde yüksek lisansını tamamladı. Arkasından, aynı üniversitede devam ettiği doktora çalışmasını yarıda bırakarak akademik hayatını noktaladı. Öncesinde ve sonrasında, kurumsal hayatın hemen hemen her kademesinde çalıştı. İlk tiyatro yazarlığı ve yönetmenliği tecrübesini, Franz Kafka’nın “Dönüşüm” romanını tiyatro sahnesine taşıyarak yaşadı. Kurduğu tiyatro grubuyla Polonya’da bağımsız tiyatro festivallerinde yer aldı. Yazmaya devam etmekte ve tiyatro çalışmalarını sürdürmektedir. Hâlâ Varşova’da yaşamaktadır. Yeni İnsan Yayınevi’nden 2021 yılında çıkan ilk romanı Levanna’nın Gülleri, 2. Baskısını 2023 yılında yapmıştır.

Edebiyatla olan bağınız kitaplarla olan temasınız tam olarak ne zaman başladı?

Net bir zaman dilimi verememekle birlikte, sanırım erken çocukluk dönemine dayandığını söyleyebilirim. Kütüphanelerden, sahaflardan çıkmayan bir gence dönüştüm daha sonra. Yetiştiğim alt sınıfın sosyo-kültürel evreni içinde nefes alabilmek için türü, içeriği, ideolojisi fark etmeksizin bilinçsizce elime geçirdiğim her türlü metni okuduğumu hatırlıyorum.

İlk romanınızın oluşum sürecinden konuşalım. İlk tohum nasıl düştü? Nasıl bir yol izlediniz? Mesela romanın öyküsü mü önce geldi? Bir karakter, bir duyguyla mı yola çıktınız?

Önce onlarca, yüzlerce fikir hücum ediyor zihnime. Soyut imgeler. Bulanık hisler. Uzun süre yalnızca onları tecrübe ediyorum. Notlar alıp resimler çiziyorum. Bazen şarkılar yazıyorum ya da fotoğraflar, kısa filmler çekiyorum. Uzun dağ yürüyüşleri, şehirde gece yarısı voltaları, fiziksel aktiviteler, pişirilen yemekler, kumsal dibi sabahlamaları, arkadaşlarla uzun sohbetler… Yazmanın haricindeki her şey yani… O fikirleri ve duyguları içimde büyütüyorum adım adım. Bu süreç belki aylarca sürüyor. Ve sürecin en sonuna gelindiğinde, hazır olduğumda yani, sağanağa yakalanan bir kent gibi sırılsıklam oluyor kağıtlar, defterler. Sayfalar sayfaları kovalıyor. Ve çok kısa bir süre içinde yazma eylemim sona eriyor. 

Roman Amin’in köklerini arayış yolculuğu üzerine kurgulanmış. Okur, Amin’in bu arayış sonucunda düştüğü boşluğa şahit oluyor ve bu boşluk romanın temalarından biri. Romanın bu ilginç kurgusunu nasıl oluşturduğunuzdan söz edebilir misiniz?

Beş yıl gibi bir zaman diliminde yazdığım bu romanla birlikte benim de fikri dünyam dönüşüme uğradı. Okuduklarım, anladıklarım, terk ettiklerim, hatırladıklarım, affettiklerim, kavgaya tutuştuklarım… Birçok şey… Ruhsal olarak boşluğa düştüğüm ve bazı şeylere bir son vermek istediğim anlar çokça ortaya çıktı. Fakat yine sanat, bin yıllık bir ağaç gibi gövdesine sarıldığım yegâne destek oldu. İşte Amin de tam o anlarda ortaya çıkmış bir karakterdi. Aslında doğru bildiğim yanlışları yüzüme çarpan bir ayna.

Tam üç kez ziyaret ettiğim Auschwitz Nazi Kampı’nın küf kokan barakalarında gezinirken insanlığa, geleneğe, kültüre, inanca, sisteme, moderniteye ve daha birçok mevzuya dair derin sorgulamalarımda yanımda olan bir yoldaştı Amin. Onu hep güzel hatırlayacağım.

Ya Deli Yakov. Kimdir bu Deli Yakov?

Yakov Cugaşvili

Sovyet ordusunun Naziler tarafından esir alınan bir teğmeni.

Josef Stalin’in oğlu. Babasıyla arasındaki hiçbir zaman yeşermeyen acıklı hikayesinin sonunda toplama kampına hapsedilen bir Kızıl ordu teğmeni. Adolf Hitler’in onun için, elindeki Mareşalimiz Paulus’a karşı oğlun Yakov teklifine karşı Stalin’in, “Bir mareşal ile bir teğmen takas edilmez!” cevabını verdiği adam.

Ve en sonunda kendini toplama kampının elektrikli tellerine bırakıp intihar ettiği rivayet edilen kayıp bir ruh.

Neden roman?

Roman bir ifade biçimi. Tıpkı diğerleri gibi. Daha önce de belirttiğim gibi sanatın farklı disiplinlerinde de üretim yapmayı seviyorum. Tiyatro, müzik, fotoğrafçılık… Bunlar benim yıllar içinde minik dünyamda yarattığım mütevazi sanat filosunu oluşturuyor. Roman ise kendimi en özgürce ifade edebildiğim, yeteneklerimi en yaratıcı şekilde sergileyebildiğime inandığım, varoluşsal olarak yoğun tatmin duygusuna ulaşabildiğim ana gemim, diyebilirim.

Yazmanın aynı zamanda kendine yapılan bir yolculuk olduğunu düşünürsek bu anlamda kendinizde keşfettikleriniz neler oldu?

Çok fazla şeyin keşfini yaşadım. Hayatın yeniden ve yeniden yıkıp inşa etme eylemi olduğuna inanıyorum. Mutlak mutluluğun, hüznün, amacın ya da anlamın bulunmadığına inanıyorum. Tüm bunların bizdeki değerinin andan ana göre değişebildiğine inanıyorum. O yüzden hiçbir şeyin asıl sahibi değiliz, kanımca. Hiçbir şeyin efendisi ya da kazananı değiliz. Bilinegeldiği şekliyle bir başlangıç, bir son veya bir mükafat fikrine uzağım.

Bu yüzden, yeteri kadar uzun olan şu hayatta, kendi kırık aynalarımızdaki o imgeye bakabilme cesareti göstermenin en yüksek erdem olduğuna inanıyorum.

Sanırım bu soruya cevabı burada kessem iyi olur. Zira saatlerce üzerine konuşabileceğimiz bir mevzu.

Peki, sizce iyi bir okur olmadan iyi bir yazar olunur mu? Her yazarın etkilendiği, biçemini, anlatım tarzını, kullandığı yöntemleri benimsediği isimler vardır. Ve ben her yazarın tek bir dünya görüşünü benimseyen değil de her görüşten yazarı okuması, bilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu çeşitliliğin yazma serüveninde nasıl bir etkisi olur? Size yoldaşlık yapan yazarlar kimler oldu?

İyi bir okur olmadan iyi bir yazar olunur mu, bilmiyorum. Hayatım boyunca, nadir de olsa, iyi bir okur olmadığı halde kendini yaratıcı şekillerde ifade edebilen, yazabilen insanlarla karşılaştım, fakat bir genelleme yapamayacağım, maalesef.

Size o kadar katılıyorum ki… İnsan okurken bir taraf tutmamalı. Hayatın sınırlı, okunacak kitaplarınsa sınırsız olduğunu bilip, ara renkleri görmemize en fazla yardımı dokunacak eserleri okumalı.

Benim de hiçbir zaman belirli bir okuma çizgim olmadı. Özellikle ilk gençlik yıllarımda elime ne geçtiyse tükettim. Yetişkinlik hayatımda ise bu durum bana bambaşka açılardan hayata bakabilme, empati geliştirebilme yeteneği sağladı.

Başta Kafka, Marquez, Dostoyevski, Orhan Pamuk, Ahmet Hamdi… Sonrasında Dickens, William Blake, Hugo, Steinbeck, Sadık Hidayet… Liste uzadıkça uzuyor anlayacağınız.

Yazarların aynı zamanda “geleceğe mektuplar yazan kişiler” olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan baktığımızda, geleceğin düşünce dünyasına sizin kitabınızın nasıl bir katkısı olacağını düşünüyorsunuz ve bu bilinçle mi yazmaya çalışırsınız?

Tek bir yazma motivasyonum mevcut: Kendi kapılarımı açabilmek. Bilinçaltıma ulaşabilmek… Kendi yaralarımı sarabilmek… Tüm boyutlardan sıyrılarak kendime dokunabilmek… Sorular sorabilmek, cevaplar bulabilmek… “Neden”lerimin karşısına “Çünkü”ler çıkarabilmek…

Bunun dışında, geleceğe bir mesaj bırakmak ya da okuyucuyu eğitmek gibi bir amaç taşımıyorum.

Son olarak okurlarımıza ve yazar adaylarımıza ne tavsiyelerde bulunursunuz?

Kendimi birilerine bir tavsiye verebilecek pozisyonda görmüyorum.

Ruhu kemiren o ateş her neyse, ya da mevcutsa öyle bir ateş, onun sıcaklığına kapılan insan er ya da geç kendi yolunu bulacaktır.

YORUM

WORDPRESS: 0