JALE ÖNDER DARICI | YOLU BİTENLERİN ÖYKÜSÜ

ANA SAYFAÖykü

JALE ÖNDER DARICI | YOLU BİTENLERİN ÖYKÜSÜ

Daima Edebiyat nitelikli metinleri okurlarıyla buluşturmaya devam ediyor. Jale Önder Darıcı "Yolu Bitenlerin Öyküsü" adlı öyküsüyle sizlerle.

Mehmet Yıldız | Elifali
Seher Öğütçü | Şövalye Kral
Ferit Sürmeli | Sınav Günü

YOLU BİTENLERİN ÖYKÜSÜ

Jale Önder Darıcı

“Kayboluyorum. Yaşamak, ölmek gibi değil. Bazı zorlukları var bir kere. Daha çok tehlike karşısında insan. Çoğunlukta değiliz. Biz…”

Oğuz Atay

Yeşil kaplı defterimin ilk sayfasını açtım. Ellerim titriyordu,  ilk sayfadaki harfler ve sayılar da…  Gözbebeklerim şiddetle sallanıyordu, bağlarından kopup avuç içlerime düşecekler sandım ve sımsıkı kapattım gözlerimi. Sakinleşince yavaşça araladım, o çılgın sallanış bitmişti. Yazdıklarımı okumaya başladım.

Tarih 7 Aralık 2014.

Sekiz yıl geçmiş yazılanların üzerinden. Sekiz koca yıl. Ben istemedim, geçirmek için günler, yaşamak için bir hayat verildi. İstemedim. Geçmişi, geleceği, şimdiyi avcunda tuttuğuna inanan insanları gördükçe dünya,  yüzüne bakmadan yanından uzaklaştığım bir kahpe oldu. Elimin tersiyle ittiğim ve kayboluşumun tarihini yazdığım sekiz koca yılı yaşadım sayabilir miyim? Tutunamayan değil tutulamayandım. Tutunmak istemedim ki hiç. Bana uzanan eller yağlı, kaygan ve kaypaktı.

 Üniversite mezunu bir gençtim. İnsanlara göre sıradaki meselem maaşlı bir iş bulmaktı. Gazetecilik bölümünde okuyan birinin hayali ülkenin en prestijli gazetesinin kadrosuna dâhil olmak ve başarı merdivenlerini üçer beşer tırmanmaktır. Oysa benim böyle bir hayalim yoktu ve hiç de olmamıştı. Bu bölümü niye okuduğumu sorguladım hep. Haber peşinde koşmak, patronların ağzından çıkacak direktifleri beklemek bana göre değildi. Altmış metrekare bir evde soğuktan tir tir titreyerek kasım ayını atlatmış aralığa gelebilmiştim. Bundan sonrası için ne yaparım, kışı nasıl geçiririm bilemiyordum. Günübirlik işler bulup çalışsam da pisliğin içinde kuyruğunu dik tutmaya çalışan sersem bir fareden farkım yoktu.

O günlerin şahidi olan satırlarıma döndüm yeniden.

“Adını Onur koyarken annen ve baban ne düşünmüştür? İnsanların sana Onur diye seslenmesi ve onursuz bir hayat için bütün şartların hazır olması nasıl bir eziyettir?”

Annemi ve babamı düşündüm. İş aradığımı söyleyip aylarca oyalamıştım onları. Bari eve gel, buralarda bir iş buluruz, dediklerinde karşı çıkmış, bir gazeteyle görüştüğümü ve haber beklediğimi söylemiştim. Yalandı hepsi. Bir yıl sürdü yalanlarımın saltanatı. Sonunda işsiz olduğumu, sefil bir hayat yaşadığımı gözleriyle gördüler. Bin türlü yalvarmayla eve götürdüler. Odama kapandım, bazen günlerce sokağa adım atmadım. Neyim olduğunu anlayamadılar. Hayata karşı içimde dizginleyemediğim bir öğürme isteği vardı. Bunu anneme, babama ya da  doktora anlatsam anlarlar mıydı? 

“Bana anlatabilir misin? Niye böylesin Onur?”

“İçimde dizginleyemediğim bir arzunun esiriyim. Yola getiremediğim bir küheylan şaha kalkmış kafa tutuyor bütün tabulara. Kendi yolumu belirlemek, kendi kırlarımda dörtnala koşmak, yorulduğumda yelelerimi kendi rüzgârıma vermek istiyorum. Elinde, kınamadan yapılmış bir değnekle bekliyor toplum. Bacaklarıma, sırtıma, kollarıma peş peşe darbeler alıyorum. Başımı koruyorum ellerimle. Vücudumdaki ezikler, ciğer ciğer olmuş yaralar geçer de zihnimde açılanlar geçmez. Başımı, belleğimi, düşüncelerimi sımsıkı kavramalıyım!”

Kafamda bir uyuşma hissettim, Şakaklarımı başparmaklarımla ovaladım, iki elimle sımsıkı bastırdım. Sanki bastırdıkça kimliğimi, kişiliğimi sabitliyordum. Kendimi kendime çakıyordum. 

Hızlıca üç beş sayfayı atladım, önüme çıkan sayfa:

Tarih 12 Aralık 2015.

“KAYBOLMAK İSTİYORUM!”

Boğuk bir ses çıktı boğazımdan, kuru bir öksürük kesti nefesimi. Yuvalarından fırlayan gözlerime bastırdım ellerimi ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Kalbimin üstüne bastıran, atışlarını sekteye uğratan bu kez kelimelerimdi. Farkına vardığım gerçekle sarsılmıştım. Yıllar önce tutkuyla istediğim, işte gerçekleşmişti. Beynimde, düşüncelerimde sinsice başlayan erimeyi hiçliğe adım adım yaklaşma olarak düşünmüş ve kısa bir süre mutlu olmuştum. Ruhuma sıçradığında, ruhun da eriyebildiğini fark ettiğimde dünyaya dışardan bakan bir göz haline geldim. Etrafımdaki insanlar, hayvanlar, bulutlar, deniz, ağaç; hiçbir şeydi. Kaybolmuştum, arayanım soranım yoktu. Bir elimle masanın kenarına tutundum diğer elim zili aradı. Yüzümü defterime ve kelimelerime gömdüm. Dışarıdan gelecek ayak seslerini bekledim. Birinden medet umduğumu fark edince ellerim buz kesti, alnımdaki terler boynuma doğru süzüldü. Şefkatten nasibini almamış bir el tuttu kaldırdı beni. Yardım istemekten vazgeçtim. Kolumu merhametsiz ellerden kurtarmayı denedim ama gücüm yoktu. Gözlerine bakmak için başımı eğdim, bir taşa çarptı bakışlarım. Buz kütlesinin kıyafete bürünmüş hali yatağın kenarına kadar götürdü ve sertçe bıraktı beni. Kayboluşumu kat kat hatırlattı. Yorganın içinde büzüldüm,  ellerimi dizlerimin arasına soktum, titreyişim geçene kadar öylece durdum. Uyumuşum. 

Uyandığımda yatağımın başucunda ayaklı sehpanın üzerinde kahvaltım duruyordu. İğrenerek baktım hepsine. Ölmemem için getirilen birkaç zeytin, bir parça peynir ve bir dilim ekmek mi hayata bağlayacaktı beni. Bir nisan akşamı sahtekâr bir iple göz gözeyken dışarıdan gelen çocuk seslerinden bile etkilenmemiştim. Sizin saçma telkinleriniz beni durdurur mu sandınız? Ne kadar da aptalsınız. Dışarıdaki çocuklar umurumda değil, zihnimdekini ikna edebilseydim eğer, elime tutuşturduğunuz ilaçlar, saksıdaki çiçek bozuntularına rüya olurdu.

Geceyi kimine dert,  kimine hemdert yazan kalemi sorguladım. Benim bu halimden elbette haberdardı. Diklendiğimde de korkak bir köpek gibi pustuğumda da yanı başımdaydı. Bundan eminim. Aklımın zincirini kırmış, kafesimi peşime takmış gidiyorken ayağıma çelme takıp beni yüzüstü düşürdü. Bu odaya kapattı ve her gün karşımdaki kiraz ağacının bilmem kaçıncı mevsimini izlettiriyor bana. Pencereye çevrildi gözlerim. Kar yağdı yağacak; sisi, dumanı, soğuğu geldi. Hava biraz gevşese kara döner. Vakit gelince kar sükûnetiyle yağar. Önce tertemizken sonra kirlenir, cıvıklaşır, yeter artık erise de kurtulsak, denir. Tıpkı insan gibi yeryüzünde kaldıkça kirlenir.

Üstümdeki battaniyeyi hışımla çektim. Yere düşmesine az kalmıştı ki ucunu kaldırdım ve kurtardım kirlenmekten. Yaşamaya dair bir umut muydu bu yaptığım? Hâlâ önemsediğim bir şeyler mi kalmıştı? Bu kaypaklık canımı sıktı. Oysa kararlıydım, kontrol edemediğim her şeyden nefret ettiğim gibi yaşamaktan da nefret ediyordum. Benim olmayan bir şeye katlanamazdım. Bu hayat benim değildi. 

Aynaya bakmak için kalktım. Ne zaman bir kaçış arasam gideceğim yeri aynada arardım. Öfkemin de kavgamın da muhatabı aynadakiydi. Uzamış, keçeleşmiş saçları; birbirine karışmış sakalı görünce gözlerimi kocaman açar aynadaki gözbebeğinin içinde kendimi görmek isterdim. Kızsam da sövsem de hiç korkmaz, aynıyla karşılık verirdi. Yıllarca aradığım cesareti, pervasızlığı onda bulunca insanlarla vakit kaybetmekten de kurtulmuştum.

Ayakta öylece duruyordum.  Bir dakika önceki kararım şiddetini kaybetmişti. Saçlarımı çekiştirdim birkaç tel elimde kaldı. Pijamamın cebine koyarken ayakucuma düşenlere baktım. Terliklerimden biri diğerine göre daha soluk göründü gözüme. Kirli bir maviydi. Mavinin iğrenç haliydi. Yapay, ruhsuz, mide bulandırıcı derecede ruhsuz… Masanın üzerindeki yeşil kaplı defterime ve yanında uzanan siyah tükenmez kalemime ilişti gözlerim. Yıllardır benimle savruldular. Sarsak adımlarla gidip sandalyenin kenarına iliştim.

Koşamadığım kırları, kollarımı açıp içime çekemediğim rüzgârı hayal ettim. Başımı, belleğimi ve düşüncelerimi koruyamamıştım onlardan. Kalabalıklardı. Onlar galipti. Bense mağlup ve metruk.

Kelimelerime dokundum. Sevdim kelimelerimi. Tekrar tekrar okudum.

Kayboluşuma ağladım.

YORUM

WORDPRESS: 0