ANA SAYFAKitaplık

Yasin Kum | Alaturka Bir Beyaz

Yasin Kum, Ayşegül Bayar Kaya'nın "Gece On İki Sancıları" adlı öykü kitabına dair yazdı: Alaturka Bir Beyaz

Deniz Kara Kavalcı | İki Tin, Bir Toynak, Bir İz, Bir İntikam: “Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde”
Berna Karakaya | Kaybeden Kadınlar
İsmail Kılınç | Cumhuriyet İdeolojisinin İzinde Bir Ütopya: Serbest İnsanlar Ülkesi’nde

Yasin Kum | Alaturka Bir Beyaz

[sharethis-inline-buttons]

Bazı kitaplar bizi tanır gibiler. Sadece kitaplar mı; şarkılar, şiirler hatta fotoğraflar da. Tutarlar elimizden çocukluğumuza, nedensiz bir gözyaşına, vakitsiz bir kahkahaya, geç kalınmış bir aşka yahut vakitsiz bir elvedaya götürürler. Tuttukları şey elimiz değil yüreğimizdir aslında. Anılarımız tekrar onlar sayesinde canlanır. Eğer eser ruhumuza dokunursa kendimizi yabancı saymaz, yerlisi hissederiz ona karşı. “Gece On İki Sancıları” kitabı da tam olarak böyle bir eser olmuş. İçimde öyle bir yerlere dokundu ki ona karşı yabancı hissedemedim, en sevdiğim şarkıdan-şiirden ayrı tutamadım. Kucaklattı kendini ve “merhaba” dedi bize. Bu tanışmada bir kitaptan ziyade sevdiğim şiirleri anımsattı; Nazım Hikmet’in şarkılara konuk olan şiirlerini. ‘Bir’ şiiri bilinen adıyla “Ceviz Ağacı” ya da “Mavi Liman”ı. Cem Karaca da o efsane sesiyle söyledi mi Nazım’ın şiirini, değmeyin o zaman keyfimize.

Bu eserlerin şiir olarak verdiği hissiyat bir tarafa bir de şarkı olarak bir müzisyenin notalarıyla buluşması o kadar güçlü bir enerjiye dönüşüyor ki damağımızda gökkuşağı açtırıveriyor. Şimdi ben bu gökkuşağına yeni bir renk daha eklemek istiyorum. Çünkü “Gece On İki Sancıları” kitabında Ayşegül Bayar Kaya kalemime yağmur, kâğıdıma güneş oluyor. Düşünelim, Ahmet Kaya ile Cemal Süreya beraber bir eser yazsınlar. Söz Cemal Süreya, beste Ahmet Kaya… Ortaya nasıl muazzam bir eser çıkardı, düşüncede bile heyecan verici. Hayal edin bir kere lütfen! En sevdiğiniz şiir şarkı oluveriyor. İşte bütün bu heyecan verici düşüncelere bizi sevk eden roman, “Gece On İki Sancıları”, sanki roman değil bir şiir yahut bir şarkı, acıklı bir şarkı olarak çalındı kulağımıza. Öyle ki bizi girift düş severliğe meyleden bu kitap, kalıpların dışına çıkmayı da başarmış. Az karakter ile çok ve derin hikâyeler kurgulamayı başaran yazar bunu hepi topu üç karakter ile yapmış. Üstelik bu yapılırken anlaşılması zor olmayan sade bir üslupla dil kararınca kullanılmış. Anlatımın ana teması öne çıkarılıp vurucu gücü duygu yoğunluğu ağır olan cümlelerin verdiği hissiyat üstlenmiş.

“O günden beri korkuyorum. O gün çok korkmuştuk biz. Herkes çok korktu.”

“Hangi gün?”

“İşte o… Hani kan sıçradı ya her yere. Perona, rayların üzerine…”

“Of be Nuri! Zaten canım burnumda. İçimi şişirme.”

Hatırlamıyor o günü. Unutmuş. Besbelli unutmuş işte. Nasıl da boş boş baktı yüzüme. Dinlemedi bile belki. Dinleme sen. Tıka kulaklarını. Huyunuz kurusun. Hepiniz aynısınız. Unutuveriyorsunuz. Biri hatırlatmaya kalkınca da duymazdan geliyorsunuz. Ama ben bugün gibi hatırlıyorum. Ne olmuştu o gün? Bir patlama… Yok, ben orada değildim. Ama nasıl da yükseldi alev birden. Orada değildim, dedim ya. Öyle olsa ben de ölürdüm. Hayır! Oradaydım ama çoook uzakta. Yukarıda. Yukarıdan izledim. Kuşbakışı. Eller, kollar havada uçuştu. (Sy.130)

Romanını okurlarıyla buluşturmadan önce çeşitli dergiler ve kolektif kitap çalışmalarında öyküleri mevcut olan yazar, ilk göz ağrısı olan “Gece On İki Sancıları”nda acemiliğini kalemine şiir ve şarkı söyleterek çoktan atmış görünüyor. Asıl mesleği bankacılık olan yazarın ilk romanı öteki hayatların işlendiği bir anlatımla Öteki Yayınları’ndan.

“Gece On İki Sancıları”… Kitabın adı içeriğiyle ilgili ipucu vermemekle birlikte acı, hüzün, keder temalarında bir konu işleneceğinin de haberini veriyor. Okudukça neden böyle bir isim verdiğini anlamaya başladığımız eserde yazar karanlık bir dönemin sancılarını ele almış. Öyle ağrı kesici, antibiyotik ile geçmeyecek sancılar. 1980 desem, mesela gelir mi aklınıza ağrılı sancılı bir şeyler?

Kitap sekiz bölümlük öyküler bütünlüğünden oluşuyor. Yapı itibari ile karakterlerin genel ve öznel hikâyeleri ayrı ayrı işleniyor. Bir bölümde birkaç karakterin öyküsü beraber anlatılırken başka bir bölümde aynı karakterlerden birisinin hikâyesine şahit oluyoruz. Bu arada romanın başkişisi yok! Ana bir karakterden söz etmek mümkün değil. Her karakter kendi öyküsünün kahramanı. Kahraman dedim evet, yazarın anlattığı karanlık dönemin aydınlık kahramanları onlar. Peki, kim bu kahramanlar? İlk bölümde “Yeniden Doğmamı Bekle” (s.11) Fırat, Hayal ve Enver öykünün temel iskeletini oluşturuyor. Hatta kitabın diğer bölümlerinde başrolleri paylaşacak kişiler de bu isimler. Bu bölümde sonradan hikâyesine şahit olduğumuz Nihat ve onun anneannesi de bulunuyor. Nihat’ın anneannesi bir bakıma Fırat’ın kimseye anlatamadığı gizli bir davanın dinleyeni. Fırat’a bizim sormamız gereken soruları soran açıklayıcı bir figür. Yazarın derdini Fırat aracılığıyla açıklayan iç ses desem yanlış olmaz. Kanımca yazar iç sesine bile açıklayamıyor fikirlerini, Hüseyin oluyor konuşabilmek için. Kısık bir sesle kaçamak cevaplar veriyor ve açık edemiyor kendini, edemez de zaten. Yoksa diğerlerinin başına gelen onun da başına gelecek. 1980 diyorum, öyle bağırarak açıklayamazsınız fikirlerinizi. Olsun! Hâlâ bağırmıyor mu o fikirler içimizde?

Fırat, hiçbir şeyi tam yaşayamayan bir karakter. Âşık olduğu kadın Hayal, can dostunu seviyor. Dava arkadaşı uğruna aşkını da gömüyor toprağa. Başta dedim ya Cemal Süreya ile Ahmet Kaya ortak bir şarkı bestelemiş sanki. İşte tam burada Fırat, Cemal Süreya oluyor. “Biliyorum sana giden yollar kapalı, üstelik sen de hiçbir zaman sevmedin beni. Tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor, nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini.” deyiveriyor ve bölümün sonunda bir Ahmet Kaya şarkısı çalıyor; ‘Biz Üç Kişiydik’. ‘Bedirhan’ı bir geçitte sırtından vurdular. Yarıp çıkmışken nice büyük ablukaları, omzundan kayan bir tüfek gibi usulca titredi ve iki yana düştü kolları.’ ” diyor ya Ahmet Kaya, işte tam oraya götürüyor Fırat bizi. Nazlıcan Hayal mi, Enver Suphi mi? Karar vermek güç. Hayal herkes için bir hayal olarak kalıyor hikâyenin sonunda.

Tabii, dönemin sancılı zamanlarını anlatan kitap sadece aşk, hasret ve ayrılık üçgenine sıkışmayıp sınıf farklılıklarını işlemeden de geçmiyor. “Vişne Çürüğü” (s.91), Perçem Efendi Mahallesinde namus, şeref, haysiyet gibi kavramlar ağza alınınca akla ilk gelen bu kavramların sadece kadınlara hasmış gibi nasıl üzerlerine yafta edildiğine de vurgu yapıyor.

“Kapının sesiyle kendine geliyor pembe. Hayalinden silkeleniyor. Perçem Efendi köpürmüş: bütün tozu kiri çekip olduğu gibi evin içine püskürtüyor. Sildiği yerleri tekrar silecek şimdi. Nasıl da unutuverdi kimliğinin renginin de pembe olduğunu. İplerini kesmedikçe dönüp dolaşıp gideceği yerin Perçem Efendi olduğunu. Kolları düşüyor iki yanına. Ellerinde bir makasın huzursuz edici boşluğu.” (s.107)

Bunun dışında yine aynı bölüm içerisinde -Vişne Çürüğü- Pembe karakterini kullanarak: kız kısmı okur mu, tek başına yaşayabilir mi,  başını açar mı, açık giyinir mi, sesli konuşur mu, herkes içinde güler mi hatta özgürce düşünür mü, kendine ait hayalleri ve bir geleceği olur mu, el âlem ne der gibi hâlâ nesli tükenmemiş sorunlarımızı bir çırpıda anlatıveriyor. Ataerkil toplumun kadına dayatmış olduğu bütün bu sorunları bir öyküye sığdırıveriyor. Ben de Perçem Efendi’ye ve bu düşüncede olan herkese pençelerini kadınlardan uzak tutmalarını öneriyorum.

Romanın içinde hâlâ anlatacak birçok şey var ama ben de yazar gibi birçoğunu yarım bırakmayı seçiyorum! Ufak serzenişlerim de olacak elbet. Aşk var, vuslat yok mesela. Okur olarak biraz mutlu olmayı hak ediyorduk, karakterler de ediyordu bence. Her hikâyenin travmatik bir sonla bitmesi, duygu olarak bizi pesimistliğe sevk etmesi belki de yazarı eleştireceğim tek nokta. Belki de bunun böyle olmasını yazar istiyor –canınız sıkılsın!- Ayrıca bazı bölümlerde karakterlerin başka bölümdeki hikâyelerini dinlerken biraz kafamız karıştı. Öyküler arası geçiş ve karakterlerin birbirleriyle olan bağlantıları kimi zaman aklımı karıştırıp bu kimin nesiydi sorusunu sormama neden olsa da, hoştur bu ayrıntı da romanın şanına gölge düşürmüyor.

Sonuç olarak “Gece On İki Sancıları”nda yazar bizi rahatsız etmeyi başarıyor. Rahatsızlığımız insanlık kadar eski, kabuk tutmayan her yara kadar yeni. Ama bir yanımız hep inanıyor, inanacak! Bir annenin sesindeki şefkate sarılarak gecenin sükûnetini ninnilerin böldüğü günlere, güneşli, umutlu, mavilikli, kılıçların kalem olduğu, güzel bir sözün savaşları bitirdiği günlere! Siz de “Bu mücadelede ben de varım, yalnız değilsiniz.” diyorsanız, bir ilham kaynağı bir kıvılcım olarak “Gece On İki Sancıları” kitaplığınızda eksik olmaması gereken bir kitap.

Şiir gibi roman, şair gibi yazar olmayı başarmış Ayşegül Bayar Kaya’yı tebrik ediyor, sancı çekmiş ve hâlâ çekmekte olan tüm insanlara ithafen yazımı Ümit İlter’in şu dizeleri ile bitirmek istiyorum;

“Madencileriz biz,

Devrimcileriz biz,

Patlarız, Volkan gibi.

Adımız meçhul,

Yanar kavrulur bedenimiz.

Sevdiklerimiz yanar kavrulur,

Külümüz kalır geriye rüzgârda savrulur.

Sözümüz kalır.

Bir de öfkemiz, Bir de öfkemiz.

Kül savrulur söz kalır, öfke büyür!”

[sharethis-inline-buttons]

YORUM

WORDPRESS: 0