Şerife Ceylan | Lavanta Kokulu Oda

ANA SAYFAÖykü

Şerife Ceylan | Lavanta Kokulu Oda

Şerife Ceylan, Lavanta Kokulu Oda öyküsüyle edebiyatdaima.com'da.

Işıl Madak’tan İlk Kitap: Anlamsızlık Saati
KÖKÜ MİTOLOJİDE GÖZÜ BENGİ DAĞLARDA: BEN DENİZLERDEN HANGİSİYİM?
İbrahim Halil Çelik | Dünya Hâli Herkes “Bir Yere Yolcu”

LAVANTA KOKULU ODA

Şerife Ceylan

Dudaklarımın acısına tuz olan suyun boğazımdan geçmesi kadar acıtıcıydı babamın bakışları. Konuşmadan tamamlardı cümlesini. Doktorun şiddetli enfeksiyonlarda reçeteye ilave ettiği antibiyotik gibi etkisi olurdu. İyileştirmesi bir yana, yan etki yapardı bu bende. Sabredeceksin, şükredeceksin diyen büyük dedem olmasa… Büyüktür dedim, hiç sözünden çıkmadım. Şakaklarımda yürüyen ağrıların görünen kısımlarını hafiflettim, kızaran gözlerimin tembihini yaptım içimde. Ruhuma batan sayısız iğne vardı; aldım uçlarını körelttim.

Şimdilerde pek ortalıkta gözükmemeye çalışıyorum. Bahçemde yeşermeyi bekleyen fidanları suluyorum, tek damla suyun zarifliğinde boğuluyorum. Dua bekleyenlerin her gün duacısı oluyorum. “Hastalara şifa, dertlilere deva” diye diye…  Dualarım yerlerine yerleşirken içeriye yayılan yemek kokusunu gidermeye çalışıyorum, yıllardır bizim evin değişmeyen kokusu olan oda parfümü ile. Büyükannemin yaptığı tereyağlı buram buram kokulu mercimek çorbasının yerini lavanta kokusu alıyor. Karın doyurmuyor ama lavantayı annem de seviyor.  Herkesin kaşıkları çorbanın içinde orkestraya döndüğünde ben sadece orkestra şefi oluyorum. Her sofrada oluşan kaşık orkestrasına bir tek ben alışamıyorum. Alışanlara hesap sormayı en büyük hak biliyorum ama…  Kanadımı kırıldığı yerden destekleyip role giriyorum. Bir isteğiniz var mı, bir tabak daha katayım mı gibi sorularla başlıyorum önce. Sofra adabına göre sırasıyla çoğalıyor sorularım. Soruların ardı arkası kesilmese de harfleri birleştirip kelimeye denk düşürmeye çalışan annemin sesini duyunca tüm rollerden çıkıp asıl rolüm olan evlatlığa bürünüyorum. En zor rolde en kolay istekleri yapıyorum. Gülüyorum, güldürüyorum hunharca. Her şeyi bir kenarı bırakıp “ acı-yor (u-yor) mu” diyorum, gül-(öl)meye devam ediyoruz.

Gül- (öl) menin ne denli zor olduğunu istemeye istemeye güldüğüm zamanlar daha iyi anlıyorum. Bisikletinin tekeri patladığı zaman bir koşu bakkal Servet’ te en iyi yapıştırıcı neyse onu al da gel diyen amcamın en iyi yapıştırıcısı, benim yanaklarımın yanlarına doğru yayılıp etime yapışması için kullanılıyor artık…  İyi de tutuyor mübarek.  Bozmuyor, verdiğim paranın övgüsünü yapıyorum ben de. Ta ki babamın bana olan kendine has övgülerini duyana kadar. “Beceriksiz, bir şeyi beceremiyorsun! Sus, konuşma! Bırak şu defteri kalemi! El kapısında bizi rezil etme! Evlenecek yaşa geldin, çeyizinde şiir mi getirdin diyecekler. Otur da biraz el işi öğren…” Bunlar öyle kaşla, gözle söylenilen övgüler falan da değil. Küflenmiş bir yürekten, katılaşmış bir kalpten, çürümüş bir dilden çıkan ve taze bir bedene rota çizen övgüler. Şayet soracak olurlarsa; çokça övgü ve bu övgüye layık çokça keşke getirdim derdim. Ama bu şimdinin derdi değil diye babama diyemedim. Yeniden birleşmek için çabalayan harflerin ses tellerindeki dansı,  babamın övgülerine nihayet son vermişti. Ortada gerçekten dolması gereken bir sandığın olduğunu söylercesine evin en küçük üyesi Önemli Hanım gagasını yıllardır evi bildiği kafesinde mızıkaya çevirmişti.  Annemin tele serilmiş harflerinden sonra mızıka sesi beni hayli tedirgin etmişti. Ortada dolması gereken bir sandık varsa bu sandığa ne koyulacaktı? O sandık istenildiği gibi dolacak mıydı ya da o sandığı kim dolduracaktı?  Aklım düşüncelerime duvar olmuştu adeta. Annemin dans eden harfleri, o duvarın arasında sıkışıp kalmıştı. Tuhaftı her şey. İçim tuhaftı, ruhum tuhaftı, gözlerim tuhaftı. En çok da lavanta kokulu oda…

Önemli Hanım’ın mızıka gösterisi kapı zilinin çalmasıyla son bulduğunda düşüncelerim bir enkaza dönüşmüş ve o enkazda yapabildiğim tek şey gene babamın konuşmadan kurduğu cümleleri dinlemek olmuştu. Gelenler iş ortaklığı yaptığı; babam için çok saygıdeğer misafirlerdi. Karşılarında bir pot kırarsam babam da bende kırılmadık kemik bırakmazmış, bunu da iki elini arasında kamış kırarcasına sağa sola yatırmasından anlamıştım. Oldukça nazik, saygılı, güler yüzlü bir tavırla “Hoş geldiniz efendim” deyip evimizin bayramdan bayrama dolan misafir odasına buyur etmiştim.

Olduğumuzdan daha lüks bir yaşantımız varmış gibi tavırlar sergilemem istenmişti. “Neden?” diye ağzımın içerisinde gevelerken sessiz bir tokat yemiştim babamın keskin bakışlardan. Hiç bilmediğim bir role girmek epey yorucu ve telaşlı bir işti. Bir o yana bir bu yana döneceğim derken dizlerimdeki dermansızlığı benden başka anlayan olmamıştı. O dermansızlığı gizlemek adına sürekli oturuş pozisyonumu değiştirdiğim sırada babam ile iş ortağı Kazım Bey’ in göz göze geldiği âna şahitlik ettim. Kazım Bey de en az babam kadar etkili antibiyotik etkisine sahipti. Lafını çok fazla sağa sola saptırmadan konuya girmişti. On beş yaşında büyük sorumlulukları ve rolden role girmek gibi önemli görevleri olan beni, babamın galeri sahibi arkadaşı yirmi yedi yaşındaki aslan oğluna telli duvaklı gelin olarak istemişti.

Babamın “Evlenecek yaşa geldin…” diye övgüler sunduğu sırada bu övgülerin sadece lafın gelişi kurulmuş cümleler olduğunu sandığım için üstüme çöken enkazın altında sıkışıp kalmıştım. Ciddiye almak istemesem de babamın bakışları tekliflerini çoktan kabul etmişti. Susabildiğim kadar sustum. Zaten babamın karşısında konuşmaya da hiçbir zaman cesaretim olmamıştı. Suskunluktan rolümü unutup misafir odasının hiç dertleşmediğim mobilyaları ile  çaresizliğimi üleşmek istemiştim lakin hepsi gözümün önünde bir hiç olup bana ayrı bir dert olmuşlardı. Suskunluğumu “evet” kabul edip mal mülk işlerini konuşmaya başlamışlardı. Ne takacakları iki yüz elli gram altın umurumdaydı ne de üstüme yapılacak evler, trilyonluk araziler…

Zaman durup çaresizliğimin seyrine daldığında aşka sandıkta anlam biçiliyor muydu, ben bunu düşünüyordum. Düşünmek bedavaydı ama dile getirmek dayak sebebi. “Mürekkep  lekesiyle harmanlanmış ellerim şahittir ki ben yazmaktan başka bir şey bilmem. Yazılanı yaşıyorum, yaşadığımı yazıyorum.” diye diye bir de içten içe konuşurken boşalan kahve fincanlarını toplamam için kaşıyla gözüyle güzergah belirleyen babamı bile fark etmemiştim. Babamın gözündeki bu dikkatsizliğimin bir cezası elbet olacaktı ama şu an onun için mal- mülk kulak zarıma kadar hissettirerek atacağı bir tokattan daha önemliydi. Fırsatı değerlendirip beni bekleyen fincanları annemin çeyizlik, ahşap sehpalarının üzerinden kaldırdım.  İş olacak ya gözlerinde pek hamarattım.  Aradan çok geçmeden müsade istediler, sözü alıp gittiler. Eve derin bir sessizlik çökmüştü. Babamın “Çok şükür, oldu. Kafa da bırakmadılar bende.” diye homurdandığı sessizlik bir beni ürkütüyordu. Bir ben bilirdim çünkü bu evde sürekli tamamlanmayı bekleyen cümleler için uçuşan harflerin çıkardığı hırçın sesleri. 

Ne kadar sustuğumu bilmediğim suskunluğumu bozmuştum. Elimdeki şişenin dibinde kalmış oda parfümünü bozulan sessizliğin hayırlara vesile olması için oradan oraya sıkıyordum. Evin içi lavanta bahçesini aratmıyordu. Asıl sıkılması gereken odaya geldiğimde odaya sıkacak tek damla parfüm kalmamıştı. Lakin bütün koku açılan kapı ile odanın içerisine yayılmıştı. Telaşına kapıldığım kokudan sandık da nasibini almıştı. Bozduğum suskunluğumun üstünü örttüm yeniden, sekiz senedir yıkanmaktan rengi solmuş pamuklu çarşaf ile. Kalbime de her gün duasını aldığım ve  yatağımın başucunda duran çerçeveyi gömdüm. Oturdum. Bu kez sesli düşündüm; zamanında verilmeyen değeri, olup biteni ve yitip gitmeyeni.

 

 

 

 

 

 

 

 

.

 

YORUM

WORDPRESS: 0