Depremin Birinci Yıl Dönümünde Faik Öcal Yazdı: Hücre İnsan

ANA SAYFADeneme

Depremin Birinci Yıl Dönümünde Faik Öcal Yazdı: Hücre İnsan

14 milyon vatandaşımızı etkileyen 6 Şubat depremlerinin yıl dönümünde, Faik Öcal yaşadıklarını anlattığı "Hücre İnsan" başlıklı yazısıyla www.edebiyatdaima.com'da.

Muhammet Erdevir yazdı: Bir Yaşam Övgüsü Olarak Mitat Enç’in Bitmeyen Gece’si
Gaziantep Dize Film Festivali Başlıyor
VEYSEL ALTUNTAŞ GAZİANTEPLİ OKURLARIYLA BİR ARAYA GELİYOR

Hücre İnsan
Faik Öcal

Depreme hiç ummadığım bir zamanda yakalandım. Zaten hangi insan umduğu bir zamanda depreme yakalanır ki. Kitapların dünyasında kaybolduğum, her kesi ve her şeyi unuttuğum bir zaman aralığında gözlerim dehşetle açtığımda önce kıyametin koptuğunu sandım. Sonra yerin altındaki uğultulu sesleri duyunca ve dört bir tarafımda patlayan duvarları görünce deprem olduğunu anladım.

Ölüme hiç hazır değildim, kitapların üst dünyasından yerin alt dünyasına geçmeye. Yer durmuyordu, canlı cansız üzerindeki her şeyi yutmaya hazırdı. Yerin neden böyle çıldırdığını düşünmeye başlamıştım. Belki de asıl problem yerde değil biz insanlardaydı; çünkü kendi hücrelerinden dışarı çıkmayan biz insanlardık. Yer şiddetli sarsıntısıyla biz hücre insanlara bir mesaj vermek istiyordu.

Annemin korkmuş, dehşete düşmüş gözlerinde sükûnet ve güven arıyorum. İçindeki cennet kuşu kanatlarını çırpmıyor; şimdiye kadar koruyucu kanatlarını hiç üzerimde eksik etmeyen annemi ilk defa böyle savunmasız, çaresiz görüyordum. Deprem ilk olarak annemin kolunu kanadını kırmıştı; eli ayağı yanlarına sarkmıştı. Onu bu hale düşüren ölümün dehşeti miydi yoksa bilinmezliğin korkusu muydu; hiç bilemiyordum.

Babamı sesinin yorgunluğunda yakalıyor deprem. Dilinin altındaki haznede tuttuğu yakası açılmadık türkülerini yitirmemek için büyük gayret sarf ettiğini görüyorum. Onun bütün sermayesi ve yaşama sebebi dilinin altındaki haznede tuttuğu türküleri; onların onun için ne kadar değerli olduğunu benden başkası bilmez. Konuşurken, daha doğrusu haykırırken titreyen sesinde her şeyin korku dolu bir rüya olması dileğini görmemek için kör ve sağır olmak gerekir ve ben daha kör ve sağır değildim; göreceklerim ve duyacaklarım vardı. Yorgun sesinde türküsünü yitirmiş sesiyle baş başa bırakıyorum onu.

Belirli belirsiz bir yüzle bakıyor bana kardeşim. Uzaklardan, Ak Dağının öbür yakasından. Tutuyorum kardeşimin titreyen ellerini, onu sakinleştirmeye çalışıyorum ondan daha çok dehşet içinde olmama rağmen. Tutunmaya çalışıyorum kardeşimin belirli belirsiz görünen yüzüne. Yere düşmemek, aşağıya kaymamak için büyük bir gayret gösteriyoruz ikimiz de ama bizi aşan bir olayın içinde olduğumuzu ikimiz de biliyoruz dehşetle açılmış gözlerimizde çatırdayan beton duvarları, kırılan kolonları gördükçe.

Dışarıdayız ve herkes kendi hücresinde, her kes önce hücresini dışarı çıkarmış. Hayret ve dehşet iç içe geçmiş. Kimse hücresini terk edemiyor, başkasının hücresine geçemiyor. Deprem hücrelerimizin üstündeki görünmez örtüyü kaldırdı; soğuk ve çıplak hücrelerden dışarıya bakıyoruz 6 Şubat şafağında. Dışarıda; morarmış cesetler, deli gibi sağa sola koşuşturanlar, çığlık çığlığa kalanlar. Dışarıda; ayağı kırık atlar, soğuktan donmuş muhabbet kuşları, mavisini yitirmiş hayatlar. Dışarıda; üstü çizilmiş aile tabloları, beli kırılmış soy ağaçları, omurgası kırılmış odalar. Dışarıda, öldü insan hiçbir hücreye sığmadan.

Deprem hepimizin hücrelerde yaşadığını gösterdi. Hücrelerde doğuyorduk, büyüyorduk ve ölüyorduk. Küçüklü büyüklü, hadsiz hesapsız hücreler vardı ve hepimizin doğup büyüdüğü, ölüp gittiği hücresi farklıydı.

Hücrenin soğukluğuna ve çıplaklığına dayanamıyorum; hücrenin duvarına yazılar yazmaya başlıyorum. 6 Şubattan ayın sonuna kadar hücre insanın farklı bir yönünü dile getiren üç yüz not. Amacım sesimi öteki hücrelerdeki insanlara duyurmak. Depremin altından çıkan ve depremin uzağındaki hücrelere hücre gerçeğini ve insanın benzersiz bencilliğini anlatmak.

Hücremin duvarına üç yüz not karalıyorum ve bunları Deprem Günlüğü adı altında yayımlıyorum. Şu gerçeği görüyorum olanca çıplaklığıyla: Kimse hücresini terk etmiyordu ne olursa olsun ne pahasına olursa olsun; kimsenin hücresini terk etmeye niyeti yoktu. Her kes içinde doğduğu hücresinde kalacaktı, orada gelmişti dünyaya ve oradan terk edecekti kendini. Hücre ve insan iç içe geçmişti, hücre ve insanı birbirinden ayıracak insan aklı ve feraseti yoktu bizde.

Bu bir umutsuzluk çağrısı ya da mağlubiyet ikrarı değildi. Bu sadece kişisel bir tespitti; benim gördüğüm ve hissettiğim bir realite. Realite algısı insandan insana değişebilir ama benim gördüğüm ve hissettiğim değişmiyor/değişmez. Ben depremde her insanı bir hücrede olduğunu gördüm ve çok az insanın hücresini terk edip öteki hücrelere el uzattığını, onlara temas ettiğini biliyorum. Ömrü hücrede geçen bir insana, kim, nasıl ona şimdiye kadar bir hücrede yaşadığını anlatabilecekti ki.

Hücre insanın Platon’un mağara insanından bir farkı yok; zaten karanlık ve darlık anlamında hücre ile mağara birbirine çok yakın, kolaylıkla hücreler ve mağaralar arasında geçiş olabilir. Bir yanda hücresinde/mağarasında yaşayan milyonlar; öte yandan hücresini/mağarasını terk edip öteki insanlara/ideasına ulaşmaya çalışan birkaç kişi. Depremin bana gösterdiği, hepsi bu.

YORUM

WORDPRESS: 0