Ayşe Şahin | Depremin Aldıkları ve Bıraktıkları Üzerine

ANA SAYFADeneme

Ayşe Şahin | Depremin Aldıkları ve Bıraktıkları Üzerine

Ayşe Şahin, Depremin Aldıkları ve Bıraktıkları Üzerine başlıklı yazısıyla edebiyatdaima.com'da.

Elif Yavaş | Doğaya Övgü
Eda Tosun | Gül Dikeni
Mehmet Mustafa Erdal | Ahlak Eğitimi

DEPREMİN ALDIKLARI VE BIRAKTIKLARI ÜZERİNE

Ayşe Şahin

Ait olmadığım bu şehrin kalabalık sokaklarında dolaşırken bambaşka yüzler görüyorum. Biri diğerine benzemeyen yüzler; kimileri daha ait bu şehre, kimileri her yere yeni görmeye başlamış bebek merakıyla bakıyor, kimileri yabancı, ait değil ve olmak da istemiyor, kimileri kendi şehrini özlüyor. Biz o günlerde işte bu sonunculardandık. Kendi şehrinin hasreti ile yananlardan ama dönebilecek bir evi olmayanlardandık. Şehir yıkılmış, evler yıkılmış, hayaller yıkılmıştı ve biz ait olmadığımız bu şehre (şartlarımız ne olursa olsun) sığınmıştık.

Hepimizin hayatta kalabilmesi bir mucizeydi. O gece hayat bize biraz daha kalabilirsiniz demişti sanki, sanki rezervasyonu biraz daha uzatmıştık. Bedenlerimiz hayatta kaldı belki ama biz yine de pek hayat’ta sayılmazdık. Çünkü hayat eve ait bir şeydir. Çünkü hayat evin eşiğidir. Biz o gece eşiklerimizi kaybederek aslında hayatlarımızı da kaybetmiştik.

Dolaştığımız tüm sokaklar, gördüğümüz tüm evler bize yabancı bu şehirde ve biz aslında kaybettiğimiz eşiklerimiz ile birlikte aidiyetimizi de kaybettik.

Zelzele yalnızca insanı bedenen sarsan bir olgu değil ne yazık ki; insanın tüm benliğini, tüm hayallerini, tüm hatıratlarını da yerinden eden çok güçlü bir kavram.

Şehir bize izin verip sarsıntılarını sakinleştirince yer, sığındığımız o yerden dönmek için gün saydık. İnsan nereye giderse gitsin bıraktığı yerler yaralı ise ‘ora’lar hep bir miktar karanlık ve oralar hep soğuk oluyor insana. Gittiği oralara bir sığınmak derdi ile gittiyse hele bu karanlıklar, bu soğukluklar insanı daha da yaralıyor.

 Biz de yaralanmıştık; önce evimiz yuva olmaktan çıkmakla yaraladı bizi, sonra zemin güvendiğimiz, ayak bastığımız yer olmaktan çıkıp hırslı, kızgın ve inatçı bir canavara dönüşerek yaraladı. Yer durmadı hiç, salladı, salladı, yıkmak heveslisi bir katil gibi sarstı, salladı, elpti ve en nihayetinde yıktı bazı yerleri. Yıktı; sadece evlerimizi değil, tüm mevcudiyetimizi, tüm varlığımızı, tüm hayallerimizi, mümkün sandığımız her şeyi, var sandığımız her şeyi, büyük sandığımız her şeyi… Korkmaz, yılmaz, yıkılmaz sandığımız her şeyi de gücünü ispat etmeye çalışan bir düşman gibi yıkmaya devam etti.

Önce bir uğultu, insana kıyamet mi bu Allah’ım dedirten, sonra bir ışık, insana Allah’ım kıyamet buymuş dedirten, en nihayetinde sallanan, sallanan, hiç durmayan yerler ve zeminin bize düşman olması. Bastığımız yerlerin sadece toprak olmadığını bilirdik biz ama o toprağın günün birinde düşmanımız olacağını bilmezdik. O gece ve sonraki her gece bunu yaşayarak idrake alıştırdı bizi zemin.

Önce artık geceleri, gündüzleri, akşamları rahatça uyuyamazsınız dedi bize sanki, arada sizi sarsmaya devam ederim dedi. Sarsarım, sallarım ve buraların sahibi olmadığınızı size hatırlatırım der gibiydi. Buraların; bu yatakların, bu evlerin, bu şehirlerin, yıkılmaz sandığımız türlü türlü varlıklarımızın aslında bizim olmadığını hiç de şefkatli olmayan bir öğretmen gibi öğretti bize.

Sonra elimizden bizim sandığımız her şeyi almaya başladı; bazılarımızın annesini, babasını, ailesini, bazılarımızın evlerini, mal varlıklarını, bazılarımızın canını, Ahmet’in kolunu, Ökkeş’in sağ ayağını, Nesibe’nin kocasını, Ali’nin arabayı satıp ortak olduğu dükkânını, Abdülkadir’in oyuncaklarını, şekerini, annemin hafızasını, babamın gözyaşlarını, dizlerinin ferini…

Babaannemin hatıralarını, büyükbabamın emekli aylığını biriktire biriktire aldığı iki artı bir evini, ablamın kitaplarını…

Aldığı şeyler bunlarla kalmadı, canavar hiç doymadı, bizim sandığımız kimimizin kırk, kimimizin on beş, kiminin yetmiş yıldır var sandığı, benim sandığı her şeyi almaya devam etti.

Bizden evlerimizi, bizden anılarımızı, bizden önüne geçip geçip hayaller kurduğumuz konaklarımızı aldı. Kimi adı sanı belli konaklar bunlar;  Hırlakyan Konağı, Zabun Konağı, Çiftaslan Konağı; kimi de benim adını bilmediğim tarihine yaşımın yetmediği ama yaşadığım yıllar boyu hayallerimi süsleyen yeşil konak,  Sütçü İmam’a doğru giderken yol üstlerinde gördüğüm mavi konak, pembe konak ve adını daha bilmediğim nicelerini de aldı ve şehrimize koskoca bir toz bulutu bırakıp gitti.  Hâlâ gitti demeye dilimiz de varmıyor çünkü bizden aldıklarıyla birlikte bıraktığı çok büyük bir korku var.

Korkunun yanında dört gün aç kalabilme gücünü de bıraktı. Günlerce yağmur altında enkaz başında, saçlarımız toz toprak içinde ve enkaz tozu yuta yuta yaşayabilme yetisini de. O binaların kibrit kutuları gibi ezildiğini, gözümüzün önünde çatırdadığını, o yıllanmış ağaçların her sarsıntıda yere devrildiğini gördüğümüz halde Ali’nin sağ çıkacağına dair umutlar bıraktı bize. Sonra utanmadan önce o umudu, sonra Ali’yi de aldı bizden. Ve en nihayetinde bize müthiş korkular, ayrılıklar ve artık her bayram gidilecek altı mezar bıraktı.

Depremin üzerinden iki bayram geçti. İki bayramdır amcam babamın elini öpmedi.

Bıraktığı şeylerden biri de korkunç bir yabancılık hissi. Kendi şehrimizde, doğup büyüdüğümüz bu memlekette yürüdüğümüz sokakları tanıma, buralıyım deme gücünü de aldı bizden. Şuranın dondurması güzel gidelim dediğimiz pastanelerimiz, ekmek almaya gittiğimiz fırınlarımız, Ulu olan bir camiimiz yok artık. Her zaman gittiğimiz dükkânlarımız, yıl on iki ay yerinde duran her sabahın yedisinde açılan dükkânlarımız yok. Gitme hayalleri kurduğum, tüm seyahat planlarımı süsleyen Antakya sokakları, Malatya, Adıyaman… Gidince buraya mutlaka giderim dediğim Affan Kahvehanesi,  Habib-i Neccar Camii, eski Antakya sokakları yok.

Hayatın o eski tadı tuzu, yaşamaya dair bir ince heves, yaptığımız şeylerin bir anlamı da yok. O kadar hızlı, o kadar çabuk, o kadar bir anda oldu ki her şey ve o kadar bir anda öldü ki herkes geri kalan zamanların anlamlılığını sorgulamamak işten değil. Bu kadar büyük bir yıkımın yanında neyin ‘iyileştirici gücü’ varsa ona sığınmak istiyor insan ama bu yer altı canavarı ara ara hatırlatmaları ile buna da engel oluyor. Dört yanı çevrili bir hapishane oldu şehirler ve iyileşmek için tek bir şey, tek bir güç, tek bir anlam yetmiyor. Yalnızca tüm bu olanların, tüm bu ölenlerin, tüm bu sebeplerin yerlerin ve göklerin sahibi müstesna.

(Yazıda kullanılan görsel: Adem – https://commons.wikimedia.org/w/index.php?curid=129997464)

YORUM

WORDPRESS: 0