ANA SAYFADiğer

Gönül Yonar | Kayıp Aydınlanma’ya Uyanmak

Gönül Yonar "Kayıp Aydınlanma'ya Uyanmak" adlı yazısıyla Edebiyat Daima'da.

MUHAMMET ERDEVİR’İN İKİNCİ ÖYKÜ KİTABI “PRELÜT” YENİLENEN BASKISIYLA
Deniz Kara Kavalcı | Ânın Yitiminde Sarmal Bir Dönüşüm: Kör Baykuş
Reşit Güngör Kalkan | Köpekleşen Düşünceler Karşısında “Köpekçe Düşünceler”

Gönül Yonar | Kayıp Aydınlanma’ya Uyanmak

[sharethis-inline-buttons]

Kayıp Aydınlanma’yı mutlaka, didik didik, sorgulayarak, durup sorular sorarak okumak gerekir. Okuyucunun elinde bir kitap 3-5 gün hadi bilemediniz 10 gün sürünsün. Bu kitap için bunu söylemek zor. Belki de masada, yatak başında, cam kenarında, mutfak tezgâhında sizinle dolanıp durması gereken bir eserden bahsediyorum.

Kayıp sözcüğü çok anlam içerir. Görünmez olan, erişilemeyen, kay-ıp giden, muhafaza edilemeyen… Kayıplara karışmak, kayba uğramak, kaybolmuş nesil, kayıp eşya, kayıp vermek… Sözcüğe her ne anlam yüklerseniz yükleyin dip noktada duran anlam hep bir yitiktir. Yitiği olmak ise bir travmayla ilgilidir her zaman.

Biz Doğu’nun çocuklarının bir travması varsa eğer bu yitiğimiz yüzündendir. Bir yitiğimiz var ve asırlardır bu travmamızı boynumuza asılı bir muska gibi taşıyoruz. Buğday tenimiz, mahzun bakışlarımız, sessiz ah çekmelerimiz, tarihten kopup gelmiş bir yırtık kaftanın yamasına gözlerimizi dikip orada kaybolmamız hep bu travmanın sonucudur.

Bu düşüncelere dalmama neden olan S. Frederick Starr’ın Lost Enlightenment: Central Asia’s Golden Age from the Arab Conquest to Tamerlane adıyla 2013’te yayımlanan kitabıdır. Kitap 2019’da Kronik tarafından Kayıp Aydınlanma adıyla Türkçeye kazabdırıldı.

Kitabı bitirdikten sonra bu yazıya neden kayıp vurgusuyla başlamam gerektiğini düşündüm. Birçok konuda olduğu gibi medeniyet kavramı konusunda da Batılı terminolojinin kuşattığı bir jargon üzerinden düşünüyoruz ve konuşuyoruz. Aydınlama dediğimizde hemen Batı aydınlanması geliyor aklımıza. Tıpkı mitoloji dediğimizde pagan Yunan mitolojisinin geldiği gibi. Hatta bununla yetinmeyip mitoloji tarihini Yunan’la başlatan hocalar var. Şok edici bir körlük bu. Ama bu körlük de yukarıda ifade ettiğim ‘kayıp’lara dâhil. Göz kaybı, nazar kaybı bakış kaybı… Değerli Hasan Akay hocamdan mülhem şaşı nazar! Şaşırmış bakış!

Net ve açık bir soru: Aydınlanma dediğimiz zaman gösterdiğimiz ilk adres neden Avrupa rönesansıdır? Bu bilgi yanlış değil. Evet, biz aydınlanma dediğimizde sadece Avrupa aydınlanmasını biliriz. Çünkü yüzyıllardır bize böyle öğretildi. Tarih kitapları hala aynı minval üzere yola devam ediyor. Tıpkı mitoloji dediğimizde pagan Yunan mitolojisini düşündüğümüz gibi demiştim yukarıda. Halkbilim çalışmalarında binlerce belgeye bilgiye ve yapılan araştırmaya rağmen biz hala mit, efsane, destan ayrımlarını, sınıflandırmalarını, kategorizasyonları ‘ilkel’, ‘primitif’, ‘gelişmemiş’, ‘akıldışı dönem’ ‘kutsallar dönemi’ gibi kavramlarla Batılı mantalite üzerinden yapıyoruz.

Aydınlanmada da bu böyle. Avrupa aydınlanması dediğimiz olgu, Avrupa modernleşmesinin erken dönemleri olarak sinyallerini 14. yüzyıl Floransa’sında veren sanat, resim, heykeltraş, mimari, edebiyat, çeviri, psikoloji, sosyoloji, müzik, din, politika, teknoloji ve diğer tüm sahalarda antik kökenlere dönüşümü içeren bir kavram. Yunan ve Roman’nın antik kökenlerine yönelmeye ek olarak bu alanlarda büyük bir yenilik, atılım ve kendini aşma potansiyelleri kullanılarak insana dair ne varsa yeniden tanımlanan bir dönem aydınlanma. Ticaret ve sömürgeciliği de eklerseniz Avrupa aydınlaması, bugün modernizmle ilişkili hangi konudan bahsedeceksek ona atıf yapmaksızın açıklayamayacağımız bir etki ile modern hayatın tohumlarını atan bir olgudur.

Asya Aydınlanması

Peki, biz kendi tarihsel kökenlerimize baktığımızda bir aydınlama devrinden, döneminden bahsedebilir miyiz? Böyle bir dönem var mı? (Bu soruyu üniversite dâhil, eğitim gören çocuklarımıza soralım, bakalım kaç öğrenci evet vardır cevabını verecek. Acaba kaç öğrenci, bizim o büyük kaybımızdan haberli olarak ‘Asya Aydınlanması’ gibi baba bir laf edebilecek? (Bu soru yukarıda vurguladığım travmamızın bir mahsulü olsa gerek.) Oysa aydınlanma dediğimizde Doğu’nun da bir aydınlama dönemi var. Orta Asya merkezli bir aydınlanma. Üstelik antik Grek kültürünü kalbine kadar çeken, bu kültürle Avrupa rönesansından asırlar önce tanışan bir aydınlanma. Siyasetin kültürle, bilimin dinle, savaş kültürünün ticaretle, teknolojinin coğrafyayla üst düzeyde ilişkili olduğu bir aydınlanma. Üstelik doğuda Çin’e, kuzeyde Sibirya’ya, güneyde Hindistan’a batıda İran’a dayanan ve içine İskender’in seferleriyle taşıyıp getirdiği Helen kültürünün Ay Hanım gibi polislerini de alan bir aydınlanma.

MS 800- 1200 yılları arasında Arap fetihlerinden Timur’a kadar geçen süreçte bu muazzam coğrafyada neler oldu? Tarihsel, kültürel, bilimsel, sosyal ve ekonomik değişim ve dönüşümlerin inanılmaz bir dinamizmle yaşandığı bu coğrafyada Frederick Starr, Türklerin temel motivasyon sağlayıcı olarak bölgenin kaderini asırlarca etkilediğinden bahseder. Bu değişimin merkez noktasında Türk başkentleri vardır. En başta Horasan. Ardından en önemli kültürel gelişmelerin olduğu Merv, Buhara, Semerkant, Taşkent, Belh, Kabil, Kaşgar…

Sadece başkentler ya da kültür merkezleriyle değil, kuzeyde Talas’a Taşkent’e; doğuda Kaşgar’a, Hoten’e, Hindistan’a; güneyde Lahor’a, Kandahar’a, Sistan’a; batıda Nişabur’a, Tus’a, Hive’ye, Buhara’ya kadar geniş bir hinterland içinde Türk kökenli bir motivasyonla yoğun kültürel alışverişin olduğu bir coğrafyadan bahsediyoruz.

Doğu Rönesansı’nın Kahramanları

Afili sözlerin, göğüs kabartıcı övünmelerin ayakları yere basan hakikatleri gizlediklerini biliyoruz. Doğu’nun rönesansına imza atan kahramanlara baktığımızda birkaç ortak özellik ortaya çıkıyor. Bunlardan birincisi ve neredeyse en önemlisi bu kahramanların, içinde bulundukları konforlu alanları terkederek bir arayışa çıkmaları. İlim peşinde koşan, ömrünü bilimsel çalışmalara, el yazmalarına, evraklara, parşömenlere adayan çok az insan bulunduğu şehirden çıkmamış. Kahir ekseriyeti, kendi rahat ortamlarını geride bırakarak, binlerce kilometrelik mesafeleri aylarca katetmişler. Bu nedenle oldukça hareketli bir ilmi çeşitlilik var. İranlı bir ilim adamını Taşkent’de görmek, Kabil’den Kandahar’a geçiş hikâyesini takip etmek mümkün. Böylece her bölgenin ilmi birikimi homojen bir şekilde bölgede dolaşabilmiş.

İkincisi özellik, ilimle uğraşan insanların mutlaka bir hamisi olmasıdır. İlim ehline hamilik yapan genellikle iktidarın başı ya da vezirler olmuş. Sarayın, ilim ehline hamiliği prestij ve güç kaynaklı iken, bu insanların maişet derdine düşmeksizin ya da coğrafyanın netameli yerlerinde yol alırken ellerindeki belge işlerini çok kolaylaştırmış. Ama en başta maişet probleminin olmaması ilim ehlinin doğrudan kendiişlerine yoğunlaşmasını sağlamış.

Bir başka özellik, ilmi ve bilimsel tartışmalarda hoca-talebe ilişkisi başta olmak üzere oluşan tartışma meclislerinde çok üst düzey tartışmaların yaşanması. Özellikle de kelam ilmine dair bugün bile sorulduğunda büyük tepki toplayan soruların o dönemlerde ilim meclislerinde tartşılıyor olması oldukça önemli. Bu meclisler genellikle özgür tartışma merkezleriydi. Fakat sonraları özellikle siyasal bölünmelerin arttığı dönemlerde, saray dalkavuklarının, ihbarcıların ve zındıklık suçlamasıyla insan avına çıkanların cirit attığı yerler oldu. Nassları farklı yorumlayanların, kelami tartışmalar yapanların kolaylıkla zındıklıkla suçlandığı ve en acımasız şekilde cezalandırıldığı dönemlerde ilmi hayatın gittikçe zayıfladığı da biliniyor.

Asya’nın geniş ve çetin coğrafyasında boy gösteren kahramanlara gelince; Ahmed el-Fergani yıldız ilmi ve gök cisimlerinin hareketlerine dair Arapça yazılan ilk eserle batıda Alfraganus adıyla tanınır. Bir başka isim ise Harezmi’dir. Harezmi cebiri sistemli hale getirdi ve isimlendirdi. Dünya üzerinde 2.402 adet yerin konumunu tespit etmiş ve algoritmaya adını vermiştir.

İbn-i Sina, filozof, ilahiyatçı hazerfan (her alanda eser vermiş ilim adamı)dır. Tam beş asır boyunca hem İslam dünyasında hem de Avrupa’da klasik tıp metni olarak kabul görmüş el-Kanun Fit’Tıp (Tıbbın Kanunu) eserinin müellifi. Akıl-iman üzerine felsefi tartışmaların karmaşık doğrulamalarına dair kuvvetli tartışmaların merkezinde olan İbn-i Sina, Doğu rönesansının yıldızlarından biridir.  Doğu’nun muallim-i Sani’si olarak anılan Farabi büyük bir mantıkçı olarak her alanda çığır açıcı fikirlerin temellerini atmıştır. Biruni ise başlıbaşına bir dehadır. Harezmli bir hezarfen olan Biruni, astronomi, jeodezi, tarih ve sosyal bilimlerdeki çalışmaları ile antik çağ ile Avrupa rönesansı arasında en önemli düşünür olarak kabul edilir.

Buzcani ünlü matematikçi. Sinüs ve tanjant tablolarını geliştirdiği metodu sayesinde sekizinci basamak noktasında isabetli neticeler ortaya koymuştur. Sinüs teoremini küresel üçgenlere uygulayarak açık denizlerde yön bulabilme yöntemlerinin önünü açmıştır. İran efsane abidesi Firdevsi ise ‘‘Kralların keskin görüşlü kitabı’’ olarak anılan Şehname’siyle lirik destanda bir öncü olarak anılabilir. Laboratuvar merkezli deneyselci bilimin babası olarak anılan Ebu Musa Cabir bin Hayyan ise kimyanın devi olarak kabul edilmiştir. Listeye sadece şu isimleri eklemekle yetinelim. Ebu Nasr MansurDakiki, Sicistani, Beyhaki, Faruki, Feridüddin Attar, Nişaburi, Razi, Ömer Hayyam, Rabia Belhi Cürcani.

Hülasa edersek, Frederick Starr, Kayıp Aydınlanma’da, seyyah âlimlerin çetin coğrafyalarda sürdürdükleri ilmi gayretleriyle bir boydan bir boya değişim gösteren bir coğrafyanın varlığını haber veriyor. Fakat ne yazıkki bu kadar hareketli ve değişkenlere bağlı dinamiklere sahip bir coğrafyanın hiçbir zaman bitmeyen siyasal savaşları, dini mezhep çatışmaları, muhalifi yok etme alışkanlığı, sultanların sefahat ve lüks düşkünlüğü, kelle koltukta seyyah âlimleri hiçbir zaman rahat bırakmamış. Kitapta İbn-i Sina’nın, Biruni’nin Ömer Hayyam’ın iktidarlarla olan imtihanına da şahit oluyoruz. Anlaşılan bu seyyah âlimler, sonraki yüzyıllarda evrensel bilim mirasına yaptıkları katkılarla birer hazine değeri görürken, kendi dönemlerinde açlığın, sefaletin, kovuşturmanın, takibin, tehdidin kıskacında bir hayat ile tek yitikleri olan ilmin peşinden gitmekte direnmişler.

Buradan hareketle Asya rönesansının kahramanlarını yeniden hatırlamak, yitiği bulmak gayretiyle heyecana gelmek, durup düşünmek ve kendimize ait olan bu mirası genç nesillere anlatabilmek için yeniden bir daha yitiğin peşine düşmek şart. Farz olan şart bu. Gerisi laf-ü güzaf…

[sharethis-inline-buttons]

YORUM

WORDPRESS: 0