ANA SAYFAKitaplık

Deniz Kara Kavalcı | Ânın Yitiminde Sarmal Bir Dönüşüm: Kör Baykuş

Deniz Kara Kavalcı, Sadık Hidayet'in ölümsüz eseri "Kör Baykuş" üzerine yazdı

Deniz Kara Kavalcı | Mizaç, Vicdan, Duyarlılık ve Ruhsal İştah Kavramlarına Cesur Bir Bakış: İnsan Nedir?
Serap Yalçın Pamuk | Üç Kitap Bir Potpori
Serap Yalçın Pamuk | “Köpek Kalbi”ne Dolanıp Duranlar

Deniz Kara Kavalcı | Ânın Yitiminde Sarmal Bir Dönüşüm: Kör Baykuş

[sharethis-inline-buttons]

Kör Baykuş’u elime alıp, birkaç sayfa ilerlediğimde daha önce kısmen vâkıf olduğum Sadık Hidayet’in yaşam öyküsüne muhakkak hakim olmam gerektiğine, hatta bunu yapmazsam bu okumanın eksik kalacağına dair bir intiba uyandı. İçine kapanık bir yetişkin, gelgitleri olan, ruhunu hiçbir yere sığdıramayan; nihayetinde noktayı kendi elleriyle koyan bu hassas benlik derinlemesine bilinmeli, öyle okunmalıydı. Yakın dostu Bozorg Alevî’nin kitaba yazdığı muhteşem sonsöz, bu noktada yolumu bir nebze aydınlattı diyebilirim.
“…Hayat bana tek ve değişmez bir mevsim oldu hep. Bu hayat bir soğuk bölgede ve sonsuz bir karanlıkta geçti adeta, öyle ki bağrımda hep aynı alev vardı ve o beni bir mum gibi eritti.”

Kimler iz bırakmıştı ruhunda? Hayyam, Rilke, Kafka, Freud, Verne, Poe, Zweig… Temel izlekleri yalnızlık, kaçış, boşluk duygusu, ölüm olan; modernlerin izinde bir garip İranlı. İran-Avrupa-Hindistan üçgeninde aidiyet duygusunu arayan bir yitik…
“Ah, ne çok çocukluk, aşk, çiftleşme, evlilik ve ölüm hikayeleri var, hiçbiri de gerçek değil! Kıssalar, parlak sözler yordu beni.”

Hayata ilk restini henüz yirmi dördünde çekmiş, başarısız ‘gitme’ girişimini ağabeyine “Bir delilik ettim, ucuz atlattım.” diye üstü kapalı itiraf etmişti yazdığı kartpostalda. Sonrası ölümü ve hayatı anlamlandırma çabası. Kimi zaman Budist felsefe yoluyla, kimi zaman Hayyam’ın rubailerinin limanında. Arayış, belki hiç bulamayış… Geçici bir tutunuş.

“-Lâkin tek korkum: Yarın ölebilirim kendimi tanıyamadan.”

Yıllar sonra Paris’te bir apartman dairesi. Tertemiz giyimli, traşlı bir yolcu, bir öbek yanmış müsvedde; bu kez kesin gidiş…

“…ömrüm bir oduna benziyor, ocaktan düşen bir oduna: Öteki odunların ateşinde kavrulmuş, kömürleşmiş, ama ne yanmış, ne de olduğu gibi kalmış bir oduna benziyor.”

Sansür korkusuyla düşüncelerini yayımlamaktan imtina ettiği ülkesinden Hindistan’a gittiğinde yazar başyapıtı “Kör Baykuş”u (Bûf-i Kûr). 1936’da Bombay’da 50 elyazması kopya olarak yayınlanır. Bir söyleşide eserini: “Özenle hesaplanmış, net, bilinçli etkilerle dolu” ve “her sayfası bir partisyon gibi düzenlenmiş” sözleriyle tanıtır.

Üzerine “İran’da yayımı ve satışı yasaktır” ibaresini koyduğu kitabı Philippe Soupault’a göre: “Yirminci yüzyılın imgesel edebiyatında bir başyapıt”tır. Andrea Breton’a göre ise: “Başyapıt diye birşey varsa o da budur.” O ise kendi zamanı içinde ülkesinin çalkantılı politik koşullarında savruldukça savrulmaktadır. Kendi kitabını, kendi ülkesinde yasaklayan yazar bir tür kara mizaha da imzasını atar bu hareketiyle. İran toplumunu geriye götüren her unsura karşı aykırı ve kesin bir itirazdır varlığı. Ülkesinin altüst olan kaderine şahit olmaktır belki de ondaki koyu karanlığın müsebbibi. Günümüz İran’ında halen yasaklıdır Hidayet’in eserleri; varlığı ısrarla görmezden gelinir, adı dahi anılmaz.

“Birisiyle konuşsam, bir şey yapsam, türlü konularda söze karışsam gönlüm başka yerde oluyordu, aklım başka yerde, ve ayıplıyordum kendimi. Dağılan, çözülen bir kitleydim ben. Sanki ben hep böyleydim, böyle de kalacağım: acayip, biçimsiz bir karışım…”

Kör Baykuş’un yapısal çerçevesi, olay dizilişinin döngüsel bir üslupla romana işlenişi eserdeki Budizm etkisini belirgin biçimde hissettiriyor. Mitik psikoloji kanunlarına göre birbirlerine dönüşen karakterler; bazen anı, bazen rüya, bazen hayal yollu birbiriyle kaynaşıyor; nedensellikten uzak masalsı bir bağ ile..

“Düşündüm: Gökte herkesin bir yıldızı olduğu doğruysa, benimki çok uzakta, karanlık ve pek önemsiz bir şey olmalıdır. Belki de benim hiç yıldızım yok!”

Romandaki anlatıcı şöyle der:”Gölgesi için yazıyordu. Kendini ona tanıtmak istiyordu.” Belki de tüm bunlar, içsel hakikati bulma yolunda harf harf, sözcük sözcük, satır satır aydınlığı arama çabasıdır. Ruhunu özgür kılmanın, dönüşmenin yegane miftahı kabilindendir. Gotik bir anlatı; kör bir karanlık. Oysa ne güzeldi siyah elbisesiyle arz-ı endam eden kızın gözleri. Onu derin bir girdabın içine çekmemiş miydi? Yoksa afyonla bulanıklaşan belleğinin bir oyunu muydu o çekim? Ya o ihtiyarın ürpertici kahkahası? Her şeyi görenin kendini görmedeki başarısızlığı, beyhude anlam arama çabası… Oysa ölüm öyle mi? Ölümde anlam sonlanmaz, anlam görünür olur. Baykuş artık dönüşmüştür. Ölüme övgü yine anlatıcıdan:

“Yalnız ölüm yalan söylemez!

Ölümün varlığı bütün vehim ve hayalleri yok eder. Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır. Hayatın derinlerinden seslenir, yanına çağırır bizi.  Ve biz, henüz insanların dilini bile anlamadığımız yaşlarda, ara sıra oyunlarımızı yarıda kesiyorsak, bunun nedeni ölümün seslenişini duymuş olmamızdır… Ömrümüz boyunca ölüm bize el eder, çağırır bizi. Her birimiz ansızın, sebepsiz düşüncelere dalmıyor muyuz, bu hayaller bizi öylesine sarıyor ki zamanı, mekânı fark etmez olmuyor muyuz? İnsan bilmez bile ne düşündüğünü; ama sonra kendini ve dış dünyayı hatırlamak, düşünmek için toparlanmak zorundadır. Bu da bir sesidir ölümün.” 

Behçet Necatigil’in sözleriyle:”…devletlerin, rejimlerin sınırları içinde edebiyatın bağımsız ve yıkılmaz cumhuriyetler olduğunu bir kez daha hatırlatan” bir Sadık Hidayet geçti bu âlemden. Kör Baykuş ondan bize kalan ipek mendile sarılı bir billûr testi. Şimdi Hayyam’ın dizeleriyle yâdetmeli Hidayet’i:

“Şu testi de benim gibi biriydi;
O da bir güzele vurgun, dertliydi.
Kim bilir, belki boynundaki kulp da
Bir sevgilinin bembeyaz eliydi.”



[sharethis-inline-buttons]

YORUM

WORDPRESS: 0