BİLEMEZSİN AYSEL: KADINI KADIN BİLİR GERİSİ YALAN BİLİR

ANA SAYFAKitaplık

BİLEMEZSİN AYSEL: KADINI KADIN BİLİR GERİSİ YALAN BİLİR

Buket Uçar, Fatma Yavuz'un Klaros Yayınlarından çıkan "Bilemezsin Aysel" adlı öykü kitabına dair yazdı.

Umut Kaygısız | Evvel Zaman’a Dair Yazdı
Şükran Varol Kır “Herkesten Sonra Gelen”e Dair Yazdı
TOPLUMDAN UZAK, KENDİNE YABANCI

BİLEMEZSİN AYSEL: KADINI KADIN BİLİR GERİSİ YALAN BİLİR

Buket Uçar

Bilemezsin Aysel, Fatma Yavuz’un Yanılış ve Baharın Gölgesinde adlı kitaplarının ardından gelen üçüncü kitabı. Klaros Yayınlarından 2022 yılının kasım ayında çıkan eser, otuz iki öyküden oluşmakta. Anlatımın sade olduğu öykülerde, gündelik hayatın akışı içinde her zaman her yerde karşılaşabileceğimiz kahramanlar akıcı bir dille akıp gidiyor. Yazarın özgün diliyle kurgunun başarılı bir şekilde verildiğini görmekteyiz.

Eserde ağırlıklı olarak kadın kahramanlarla karşı karşıyayız. Çok katlı bir binanın her dairesinde ikamet eden kadınlar…  Bazen çaldığımız kapıyı karşı cinsten biri açsa da arkasında bir kadının gölgesini görüyoruz. Soluğunu yahut çığlığını duyuyoruz. Evdeki, eldeki kadın… Kadınların içinden çıkan kadınlar… Yaptığına pişman, yapmadığına; yaşadığına, yaşayamadığına pişman kadınlar… Satır satır analar… Gönlü yüklü, ağır yüklü analar… Yükleri evlat… Oyuncu anneler, acılı anneler… Acının tadını tatlılaştıran anneler…

Eserdeki bazı öyküler metaforlarla anlatılmış. İnsanın hali kaya ile astar ile taş ile rüzgâr ile verilmiş. Kadınların ardında kalan adamlar, kadınlarının eline düşen adamlar, başka kadınların peşine düşen adamlar başarılı bir şekilde verilmiş. Kadının derdi, kadın problemleri değil anlatılanlar. Başa dert olan kadınlar, onun etrafında dönen dünya anlatılıyor. Evlenen kızlar, evlenmeyen kızlar, evlenemeyen kızlar, evlenmekten korkan kızlar kurmacanın sınırları içinde gerçekçi bir şekilde verilmiş. Hasta kadınlar, hasta edilen kadınlar, ruhu hep hasta kadınlar, ruhun yasından yanan bedenler yüreğimizi yakıp geçse de dudaklarımızı harekete geçirecek biçimde işlenmiş. Trajedi yer yer yazarın kaleminde, ustalıkla mizaha uyarlanmış.

Aşk, sevgi… Bunlar da satır aralarında kendine yer bulmuş ama “-sız” ekiyle birlikte anlam bulmuş. Aldanan, aldatılan, aldatan kadınlar… Hepsini de atlatan kadınlar. Evin bütün halleri, halden hale giren halleri, her halinde yalın ruh kalan bireyleri dört duvar arasında görmekteyiz. Üstüne gölgeler düşmüş, gölge çocuklar… Sarışın, kumral, esmer ama en çok yalnız kadın çarpacak gözünüze. Çığlığını duyacaksınız sessizce. Mutluluğun rengârenk adı olacak kadın.

Fatma Yavuz, Bilemezsin Aysel

Bilemezsin Aysel; Bir hesaplaşma var burada. Arkadaşının ölümü üzerine yaşamın ağırlığında ezilen bir kadının konuşması var. Gündelik hayatın sıradanlığında akarken zaman, hiçbir şeyin sıradan olmadığını görüyoruz. Görünmeden açılan yaralardan görüyoruz. Yaralar dilden kanıyor satırlarda. Zaman geçtikten sonra zamanın arasında kalan kurumuş mutluluklar var bu öyküde. Zamanı azalan bir kadının yolculuğa hazırlığı, gideceği yerde onu bekleyen biri var.

“Ne değişti bilmiyorum Aysel! Zaman geçtikçe yaşım ilerledikçe paniğe kapılıyorum sanki. Böyle herkes yaşamış da ben seyretmişim gibi. Sanki yapmam gereken şeyler varmış ama ben hep geç kalmışım, kaçırmışım gibi bir his.” (s. 14)

Cezve; “Her kadın kendini doğurur.” (s.37) diye başlıyor öykü. Kadınlar, farkında olmadan her doğurduğuyla kendisini yeniden doğurur diye düşünüyorum bu cümleyle. Her kadın yeniden doğmak ister aslında, kaderinin baştan yazılmasının umuduyla. Oysa kader, her doğurduğuna kopyalanıyordu habersizce. Arkadaşı Elif’e kahve içmeye giden Zeynep’in bakır bir cezve ile geçmişe yolculuğu başlıyor. Cezvede kahve, onun zihninde süt kaynıyor. Çocukluğuna, kendisine emanet edilen çocuklara yolu düşüyor. Çocukluğunu elinden alan sorumluluklarına. Annesinden sırtlandığı yüklerinin sırtında bıraktığı kambura yolculuğu. Elif’in eli bakır cezvenin kulpunda, onun yüreği sobanın üstündeki cezveye hırkasının takılmasıyla yere dökülen hasta kardeşinin sütünde.

“Keşke annemin annesi ben olsaydım.” (s. 37) diyor Zeynep. Anneler iyi oyuncudur aslında ama hissedemediğini hayata oynayamıyor. Zeynep, sevgisiyle sarıp sarmalamak istiyor annesini. Zamanın çoraklığında yüreğinde yeşermeyen mutluluğu ona tattırmak istiyor. “Çünkü bazı duygular, insanlar kadar zamanlarla da ilgili sanırım.” (s. 37)

Heyelan; Yazar olma yolunda babasıyla aynı evde yaşamaktan kaçan bir evladın annesine yazdığı mektup. Babasının ağırlığında ezilmekten kaçan, bu ağırlığı annesinin sırtına atan uyumsuz bir kahraman. Kendisiyle bile geçimsiz. Yazmak, konuşmaktan daha kolay geliyor. “Yüz yüze olsak bunları söyleyemezdim belki ama…” (s.53)

Evini anlatıyor annesine, kendisini. Evde duyduğu sesleri. Duvarların kendisiyle konuştuğunu sanıyor. Ev arıyor. Annesine bunu da yazıyor. Yeni bir ev, duvarları konuşmayan bir ev. Gündelik hayatın gerektirdiklerini, evinin ısısını, çorbasını… Yaşadığı şehri… Hayallerini… Korkularını… “Babam, bir adamın karnını kalemiyle doyuracağına hiçbir zaman inanmadı anne. En büyük korkum da onun bu konuda haklı çıkması. Bu konuda yanılsın anne!” (s. 55)

Sonra umulmadık bir şey olur bir gün. Kaldığı evden başka bir eve taşındıktan kısa bir süre sonra, bir heyelan olur ve duvarlarının kendisiyle konuştuğunu sandığı ev yıkılır. İlle de felaketler yaklaştırıyor insanları birbirine.

Yoldayız biz zaten. Yanına geliyoruz.” (s.58) Annesi ve babası yola çıkmıştır.

Dedikodu; Yaşlı bir kadın Neriman’a Ayşe’yi anlatıyor öykü boyunca. Kocası ölünce oğlunda soluklanan kaynanasını. Halinden yakınmayan Ayşe’yi. Görenin haline bin şükür ettiği Ayşe. Kaç kere kaynana yüzünden baba evine gidip gelmiş de hiçbir şey değişmemiş. Ayşe’nin bebeği yok. Bir gün koca yok olup gitmiş. Gelin kaynana dualarla geri getirmiş adamı. Yokluğunda da dayanmışlar birbirlerine. Öyle diyor yaşlı teyze. Ama yanında bir kadınla gelmiş. Hem de kadın hamile. Yaşlı kadın susmuyor. Neriman’ın sesi duyulmuyor öyküde. Ayşe’ye yine baba evinin yolu görünse de kocası göndermiyor. Kadın bir doğurmadan Ayşe dokuz doğuruyor. Kadın doğumda ölünce Ayşe bakıyor bebeğine. Adam yine gidiyor. Bu defa gelin kaynana dua etmiyor. Bir de sıkı sıkı bağlanıyorlar birbirlerine. Neriman dinliyor.

“Babaanne!”

“Neriman gitmiş herhalde.”

“Neriman öldü babaanne.”(s.82)

Girdap; Zamane insanının buhranlı hayatı anlatılmaktadır. Yalnız insanın. Yalnız bırakılan değil, seçilmiş yalnızlığı yaşayan insanın.

“Kalabalıklar içinde kalmayı sevmiyorum ben. Öyle zamanlarda, saygısızca her yanımı sarıp, beni nefessiz bırakan bir insan girdabı tarafından yutuluverecekmişim gibi geliyor. Sadece atmosferdeki oksijeni değil içimde pozitif olan ne varsa hepsini dibine kadar emiyor, bir posaya dönüştürüyorlar beni. Tükeniyorum. Köşe bucak kaçasım geliyor o yüzden, nerede ikiden fazla insan görsem! (s.83)

Düğünü olacak kızın kalabalıktan hiç haz etmese de kalabalık bir düğünü içinde kendisini bulmasıyla başlıyor öykü. Düğün esnasında çat patların arasında çat pat tanıdığı adamın tavrından rahatsız olur. Tam da zamanı. Zamansız ayar tutturur. Mantık evliliği mantıklı gelmiş ancak bu adamla evlenmeyi evleneceği gün pek de mantıklı bulmamıştır.

“Tamam, severek evlenmiyoruz biliyorum. Başta bir şikâyetim de yoktu hani. Mantık evliliğiyse mantık evliliği… Neden olmasın, dedim. Hem evlilik gibi ciddi bir kararda mantığımıza da güvenmeyeceksek kime güveneceğiz? (s.84)

Olmasını hiç de istemediği düğünümde, kocası olmasını kabul ettiği adamı, zorla eline tutturdukları silahla kazara vurur. Sonuç olarak kitaplarına sığınır. Erdem, kocası olacekken olamayan adam, Allah’a emanet.

Çiğdem; Hasta bir anne… Onu görmezden gelen bir baba… Başka bir kadın…

Daha on altı yaşındayken annesinin hastalığıyla hayatı alt üst olan Çiğdem’in hikâyesi. Oysa annelere bir şey olmazdı. Annelere bir şey olursa yer yerinden oynardı.

“Şöyle durup bakınca asla arızalanmayan, son teknoloji bir makine olduğunu düşünürdüm onun. (s. 87)

Hasta olma hakkı olmayan, sadece yaptığı işle varlığını kanıtlayan bir anne. “İyi günde kötü günde…” dense de iyi günde kötü, kötü günde yok görülen kadın. Çiğdem, şartlar gereği okuldan ayrılsa da bir kadın, evladında ziyade kocasından ilgi görürse mutlu olur. Mutlu olursa iyileşir, iyileşemese de mutlu ölür.

Annenin yaşamı ile ölümü arasındaki kısacık çizgi üzerinde oynanıyor oyun.

Annesinin öldüğü gün, babasının yanında başka bir kadını görünce kadının üstüne atlamasıyla birlikte açık pencereden aşağı düşmeleri bir olur. Aynı gün babası iki karısını kaybetmesiyle öykü biter.

Açlık Üzerine Bir Kıyaslama; Haller ve hayallerin çatıştığı bir öykü. Erkeklerin kadınlardan bekledikleri ile kadınların bu beklenti yanında istekleri öteden beri çatışmıştır. İşte bu öyküde Orhan, çatışmanın çatırtısı olarak karşımıza çıkıyor. Sevgi istemeyle gelmiyor, göze görünmüyor da zaten.

“Sonra günden güne zayıflamıyordu da gözler önünde. Kimse karşısına geçip “Çok sevgisiz kalmış zavallı’” deyip sarıp sarmalamıyordu. Ne yardım programları düzenleniyor ne de dernekler kuruluyordu yeryüzünde sevgisiz kalanlar için.” (s.178)

Gündelik hayatın kalabalığında yalnızlaşan Esma, olmasını istediği şeyleri yaşarken buldu kendisini bir gün. Kocası güller veriyordu ona, papatyalar. Bir de yüzüne gülüyordu. Orhan’ın gürleyen sesi sahneyi böler çünkü Esma uyanır. Hayallerinin üstünde Çanlar çalar. Çalan kapıyı açmasıyla da ancak ayılır rüyasından.

“…elinde kocaman, kırmızı gül buketiyle rüyasındaki temiz yüzlü o genç duruyordu. Şaşkınlıkla çocuğun yüzüne baktı Esma.

-Zehra Tunalı siz misiniz?

Esmanın yüzüne acı bir tebessüm yayıldı.

-Hayır! Yanlış daire, bir üst katta oturuyor.”(s.182)

Kadın olmanın duvarlarını yıkıp ortaya döken bu eser, okurunu bulsun. Değerini görsün. Yolu açık olsun.

YORUM

WORDPRESS: 0