Buket Uçar | Yürekten Doğan

ANA SAYFAÖykü

Buket Uçar | Yürekten Doğan

Buket Uçar "Yürekten Doğan" adlı öyküsüyle Edebiyat Daima'da

Nisa Eser | Başlıksız Şiir
Mehmet Yıldız | Elifali
Burçin Laçin Altay | Ütopya
[sharethis-inline-buttons]

Gök gürültüsü yeryüzünde yankılanıyor, yağmur, haber gönderiyor elçisiyle. Toprak, kollarını açmış hasretle bekliyor. Yüreğimin sesi eşlik ediyor bu gürültüye, sessizce. Boynu bükük sözcükler, dilimin ucuna çıkınlanmış, doğmak istiyor.  Bir sütlü kahve içilir bu habere, yanında da şiir… Kahvemi yapayım, içerken de şiire hazırlanırım diye düşünürken önce kahvenin kokusu sonra annemin sesi odayı doldurdu. “Hava kapayınca…” dedi. Yudumladığım kahveden toprağın suya doyduğu tat geldi ağzıma. Pencereye gönlümü yaslayıp yağmuru dinliyorum. Bir kadın balkondaki kurumaya yüz tutmuş çamaşırları topluyor söylene söylene. Şemsiyesini açıyor bir adam aceleyle. Bir kız, saçlarını upuzun balkondan aşağı atıyor, adamın şemsiyesinin tam üstüne. Islak bir kedi büzüşmüş duvar kenarına. Bir kadın yanındaki adamın iri gövdesine sarılıyor medet umarcasına.  “Hiç de öyle değil. Görmüyor musun Arap kızını? O da benim gibi camdan dışarı bakıyor. Bak, sevgililer koşuyor el ele, yağmur gökyüzünü karalıyor, o karanlığa rengârenk kalkanlar açılıyor,” dedi sırtımdan dışarıyı seyreden çocukluğum. Onu dinlemek istemiyorum, dikkatimi dağıtıyor, düşünemiyorum.  Pencereyi açıp, toprak kokusunu içime çekip kalemimi doldurdum bu kokuyla. Suya batırdım kalemimin ucunu, bütün zamanları akıttım oradan. Dizelerde yağmurun sesi yok, su dağıtıyor yazıyı, kâğıdı parçalıyor. Ben bu havaların şairliğinden uzağım galiba. Bir yudum daha aldım sütlü kahvemden, kaymağı dudağıma yapıştı, huylandım. Yüreğime yapışan karaları ne yapsam da çıkaramıyorum yıllardır. Karaları topladım, bütün kapıları kapattım, beyazlara o sarındı gitti, mars ettim kendimi. Beyaz, bir küçücük zarda kaldı bana. Boş altı tarafı da… Toprak kokusu getirir onu bana sanıyorum, olmuyor. Kıvrandırıyor sözcükler, şiir sancım tuttu yüreğimden ama doğmuyor. Ağlamak geliyor içimden, hayır ağlamayacağım. Sözcükler bana acıyıp gelmemeli yanıma, dizelere uzanmamalı boylu boyunca. Hep bu çocukluğumun yüzünden, konuşup durdu düşünmeden. El ele sevgililer… “Püf!” dedim söndürdüm çocukluğumu. Aklıma bir fikir geldi. Bir kedi gibi ıslanmalıyım belki, ya da bir sevgili gibi sokulmalıyım yağmurun koynuna. Hazırlanayım hemen.

Kaçtılar benden, ben çıkar çıkmaz bulutlar çekildi uzaklara. Gezindim biraz ortalıkta, belki tekrar gelirler. Islak sokakların soğuğu yüzüme çarpıp vücudumu dolanıyor. Dizeler sessiz… Yağmuru arıyorum sokak sokak, şemsiyesiz. Şarkı yapıp dinliyorum yağmuru kendi sesimden. Kedi kurumuş, adam kapatmış şemsiyesini, kız da evine girmiş. Çamaşırlar geri serilmemiş. Bir kafenin tentesinin altındaki masalardan birine geçip oturdum. Seslendirilmiş bir öyküyü dinlemeye koyuldum rastgele. Çay istedim garsondan, bakışlarım ellerimde. Üşüyorum, kararmış bir yudum suyun insafında ısıttım içimi.

Kara bulutların savurduğu suyun altında çıktı yokuş yukarı, şehrin meydanını buldu. Yağan yağmur karıştı sırtından akan tere. Durdu bir binanın saçağına, başladı beklemeye. “Tam da çıkacak zamanı buldum,” dedi, sesi sakindi. “Bir de çay olsaydı” diye geçirdi içinden. Çayından bir yudum daha aldı şair. Yanında sıralanmış bekleyenler… Acelesi olanlar… Yağmura aldırmadan ortalıkta koşturanlar… Onların arasına kaydırdı bakışlarını, rengârenk şemsiyelere çarpan yağmur, ortalıkta damla damla cıvıldıyordu. Bu renklerin arasından takıldı gözleri, çıplak ayaklı bir dilenciye. Başından aşağıya akan sular yoksulluğunu çarpıyordu yüzüne. Yoksulluk sarkıyor paçalarından ama oraya kadar, ayaklarında duruyor yokluğu, varlık hiç değmemiş onlara. Ne bir üşüme belirtisi ne de bir titreme var kadında. Eski bir görüntü; kıyafetleri eski, bedeni eski, bakışları eski hatta bir tuhaf bakışları.  Bir hareketlilik oluyor dilencinin yanında ara sıra, sanki bir alışveriş… Dinmeyen yağmurun altında merakını da dindiremedi. Koştu dilencinin yanına, uzattı parayı. Parmaklarını hızlı bir şekilde paranın üzerinde gezdiren kadın, koluna taktığı kara poşetinden para üstünü çıkartmaya çalışıyordu “Kalsın!” dedi adam, bir şey anlamamıştı. “Sadece beş kuruş,” dedi dilenci, tülbendinden akan suların ıslattığı parayı tam önüne uzatırken. “Gözleri görmüyor,” diye içinden geçirdi adam, dilencinin uzattığı parayı yan tarafından aldı. Parmaklarının ucunda gözler arıyordu, soğuktan çatlayan yarıkların arasına doluşan karalıklardan başka bir şey yoktu. Olsa da zaten o karanlıktan çıkaramazlardı bakışlarını. Şair, birkaç kere üst üste gözlerini kırpıp parmaklarının ucuna baktı. Yağmur hafifliyordu. Şimdi yağmurdan geriye rengârenk gülücükler kalmıştı gökyüzünde, cebinde de içinden beş kuruşun çıktığı bozuk sesler: şık şık şıkı şık şık… Arkasından gelen adamın tespih sesine karıştı şıkırtılar: şık şık şık… Dönüp dilenciye baktı, yine para üstü telaşı…

Hava kararıyordu, yağmur da geri geliyordu sanki. Hızlı adımları onu hedefine değil de dilencinin bulunduğu meydana sürükledi. İşte orada, varlığına alışkın olanlar beş kuruşu avucuna bırakıp gidiyordu yoluna. On kuruş çıkardı cebinden, zaten eksikti gözlerinden, hemen avucuna bırakır giderdi. Bırakmasıyla yerinden sıçradı; “Dur! Para üstün,” dedi kadın, beş kuruşu avucuna yuvarlarken. Sözcükler biriktiriyor şimdi şair yüreğine: kadın, yağmur, dilenci, kör, yoksulluk… Koştu, az önce önünde beklediği ayakkabıcıdan aldığı bir çift ayakkabıyı kanat yaptı sırtına, mutlulukla uçtu kadının yanına. Kadın kabul etmedi ayakkabıları, bir kez daha beş kuruş vermeyi denedi, onu da almadı. “Bugün iki kez verdin zaten,” dedi. Şaşırmıştı, oysa görmediğine emindi. Birkaç kez geçti kadının aynı yerdeki bakışlarının önünden. Ayakkabıları iade etmek için döndü geri, çıktığında kadını arkasından gördü, gidiyordu. Adamın vicdanı eziliyordu kadının ayakları altında. Ani bir kararla peşine takıldı. Şehir bitti, bir garip yerlere açıldı sokaklar, oralar da bitti. Akşam önce ayaklarına değdi, sonra bacaklarına, ellerine, gözlerinde durdu akşam. Gün doğmamış dar sokaklarda durdu. Birden geçen gün okuduğu hikâyenin içinde buldu kendisini, hiç sevmemişti o hikâyeyi, çıktı hikâyenin içinden. Bacası tütmeyen bir evin kırık kapısının önüne varan dilenciyi adam görmedi.

Akşam yağmura karışıyor. Şair gönlüne aldı bu sözcüğü, doğurdu onu yüreğinden: akşam… Adam cebinden eksilen on kuruş ve darmadağınık bir kafayla yağmurda çıktığı yokuşu indi. Cebindeki beş kuruşlar her türden çıkardıkları sesle orkestra kuruyordu geceye. Demirlerin soğukluğu çarpıyordu bedenine. Metro durağına inerken karşı merdivenlerden yukarı çıkan bir kıza gözleri takıldı. Böyle şeyler huyu değildi ama yağmurdan sonra çıkan gökkuşağına herkes bakardı. Kızın bakışlarından yayılan enerjiyle kendisine geldi, uyandı akşama. Bu da okuduğu bir hikâyeyi hatırlattı, indiği merdivenleri üçer beşer tırmanırken hikâyeden de çıktı.  Yaptıkları, yapamadıkları, yapacakları, yarıda bıraktıkları kayboldu gecede, karanlığa karıştı. O günü unuttu gecenin koynunda, uykunun kollarında. Şair soğumadan yakaladığı sihirli sözcükleri attı diğerlerinin yanına: uyku, gecenin koynu… Tadı olmuyor şiirin soğuyunca.

Mevsim değişti yağmur yine misafir oldu yeryüzüne. Bu değişen hava, ona beş kuruşları hatırlattı; soğukluğunu, ıslaklığını sonra da dilenci kadını. Yolunu değiştirdi, meydana yöneldi, beş kuruşları da ayrı cebine aldı. Pişman olmuştu o gece takibi yarım bıraktığına. Yağmurun içinde yüzen düşüncelerine baktı göz ucuyla. Şair gözünü kaşıdı, çayını yudumladı. Avlamadı adam düşüncelerini, yüzmeyi öğrensinler diye bıraktı, beceremeyenler de boğulsun içinde. Yine bir hikâyeye kahraman oluyordu istemeden, topladı suda yüzen düşüncelerini, çıktı hikâyeden. Meydana vardığında farklı bir telaşla karşılaştı gözleri. Çıplak ayaklı kadını arıyor, yok. Eskimiş tülbendini arıyor, yok. Kolunda takılı poşetini arıyor, yok. Hayır, poşetler var hem de çok. Ortalığa savrulmuş kadınlı erkekli, eli siyah poşetli dilencilerde bıraktı gözlerini. “Bu bir korku filmi mi?” diye sordu kendisine. Aniden bir karışıklık oldu, her bir dilenci bir tarafa savruluyor, kaçamayanları da ekip arabaları götürüyordu. Sadece biri kaldı ortalıkta. Kaçanların peşine takıldı. Birisi “Dilenci öldü,” dedi. Başka biri “Geriye çok parası kaldı,” dedi. Arkasından diğeri nefes nefese yaklaşıp “Beş kuruştan ne olur deme ağabey, bak neler oluyormuş,” dedi usulca. Cevapları ortaya saçılan beş kuruşlar gibi topladı. Topladıklarını bütünletme umuduyla meydanda kalan adamın yanına yaklaştı şaşkınlıkla. “Sen kimsin? Seni neden götürmediler?” diye sordu. “Polis, bunları yakalamak için de dilenci, sen hangisini kabul edersen artık,” diye yanıtladı. “Demek öldü,” dedi duyulur bir sesle. “Öldürüldü,” diye düzeltti polis. “Bir akşamüstü evine girerken hırsızın birisi öldürüp paraları çalmış, mal varlığı da öyle ortaya çıkmış,” diyerek devam etti sözlerine. “Ne zaman?” diye sordu, titriyordu. “Sonbaharda,” dedi polis. Yutkundu. Kendisinin içinden çıktığı, yarıda bıraktığı hikâyeyi birisi tamamlamış, sadece türü farklı. Yağmur hızlanıyordu, yokuşun başına vardı. Derin bir nefesi ciğerlerine tepiştirirken eli istemsizce cebindeki beş kuruşları çeviriyordu. Ayakkabılarını çıkardı sonra da çoraplarını, paçalarını dizlerine kadar çemredi. Bir elinde ayakkabılar bir elinde beş kuruşlar, indi yokuş aşağı. İliklerine kadar dilenci kadın oldu, ıslandı. Sadece tek bir şey var şimdi aklında. Başlık attı beyaz bir kâğıdın tam ortasına: Beş kuruş beş kuruş daha…

Öykü bitince derin bir nefes aldım. Yağmur yeniden başlıyor yağmaya. Çayımın sonunu yudumladım, soğuk. Evin yolunu tuttum fakat bir tedirginlik var üzerimde, yağmurun tadını çıkaramıyorum. İki adım atıp üçüncüde sırtımı bir duvar bulup yaslıyorum soluk soluğa. Arkamdan birisi omuzlarımdan yakalayıverecek gibi. “Çekilin ben şairim!” diye içimden bağırmak geliyor önüme, arkama. “Engel oluyorsunuz bana…” Omuzlarıma dökülen saçlarımdan akan damlacıklar gözlerimi ıslatıyor, boğuyor onları oracıkta. Apartmanın giriş kapısına geldiğimde yumuşacık bir nefesle karşılaştım. Ortalıkta kimse yok. Bir şiirden dökülüyor nefes, bana yağmuru anlatıyor ıslak ıslak. Sokak lambasının altında beyaz yağmurlar yağıyor üstüme, dizelerinden çekiyorum onu içime. Bir adım daha attım, sırtımı duvara yasladım. Gökyüzündeki bütün şiirlerle ıslattım kendimi, Her damlasıyla bana sarıldı. Yağıyorum yumruklarımla ben de duvara, gözyaşlarımla. Toparlandım hemen, onu böyle karşılamamalıyım.  Nasıl görünüyorum? Çamur sıçramış mı bir tarafıma, ya saçlarım… Gözlerim… Sarıldım yağmurun boynuna, yerdeki birikintilerine kadar öptüm onu, tenimde değdiği her yerde çiçekler açtı, yağmur oldum. Sekiz adım ilerideki ağacı salladım başımdan aşağı, damlalarını topladım. Kollarımı yukarı uzatırken “Beni de al yanına!” diye bağırdım. “Öyküdeki gibi işte, yağmurlu bir sonbahar akşamı… Belki polisler şiirlerimi bulur, şairliğimi ortaya çıkarır. Zaten şairlerin ölmüşü makbul değil mi? Belki de kollarına astıkları kararmış yüreklerinden şiir dilenir insanlar meydanlarda, şiirlerimden ne koparsa verirler dize dize. Haydi, tut ellerimi, şiir olalım birlikte.”  Yağmur yavaşladıkça soluk soluğa kaldı sözcüklerim, sere serpe kaydı, çekti dizelerinden bir hece kaldı. Topladım onları hemen, yoklama aldım seslerinden. Her sözcük adına sarınmıştı.

Elimde yine sütlü kahvemle camın önünde oturuyorum. Yağmuru çocukluğumun arka bahçesine yolladım elindeki horoz şekeriyle. Gönlümde çıkan gökkuşağını doya doya izlerken kaydettiğim sözcükleri dinledim, yağmur kokuyor. Bir şarkıyla neşter vurdum sıkışan yüreğime. Şiirin suyu geldi gözlerimden, doğum başlıyor yüreğimden. Islak bedenimle masamdaki yerimi alırken kalemimi kurşunlarıyla ateşledim, yüreğime yapışanları bu suyla nakışladım kâğıda sessiz sessiz.

Nokta nokta, altına nokta, bir nokta da onun altına, bir de onun soluna…

[sharethis-inline-buttons]

YORUM

WORDPRESS: 0