Gazel Yiğit | Sessizce

ANA SAYFAÖykü

Gazel Yiğit | Sessizce

Gazel Yiğit "Sessizce" adlı öyküsüyle Edebiyat Daima'da.

Elif Sude Yanık | Yaşamakta Anakronizm
Eda Tosun | Gül Dikeni
Merve Yurtsever | Yol Ayrımı

Gazel Yiğit | Sessizce

Elini cebinden çıkarmadan yürüyordu. Pantolonun kaba etine gelen kısmı iyice yıpranmıştı. Attığı her adımda düşecekmiş gibi geliyordu bana. Etrafındaki insanlara öyle bir bakışı vardı ki, onu gören deniz manzarası seyrediyor sanırdı. Uzun beyaz sakallarının uçları güneşten sararmıştı. Gözlerinin etrafı buruşsa da, maviliği gökyüzü gibi belli oluyordu. Yüzünde huzurlu, umursamaz bir ifade vardı. Kahverengi çizgili gömleğinin yer yer yırtık yerleri onu hiçte utandırmıyordu. Havası ve öz güveni, bizim alışkın olduğumuz cinsten değildi. Kendi iç dünyasında kiminle oturup kalkıyordu Allah bilir.

Parkın bir köşesinde elinde bir gazete ile gördüm onu geçen gün. Pür dikkat bir şey okuyordu. Ben de parktaki çocukları, kuşları, karşıdaki ağaçlıkları izlemeyi bırakıp onu seyretmeye başladım.  Bir alt dudağını ısırıyor bir üst dudağını. Arada elini düşünceli düşünceli anlında dolaştırıyor, sakalları ile oynuyordu. Onun bu hallerini gören, tahsilli bir iş adamı, avukat, mühendis falan zanneder. Bu jest ve mimiklerini ilk defa görmenin verdiği şaşkınlık ile uzun bir süre onu seyretmişim. Annemin “Haydi, eve dönüyoruz.” demesi ile kendime geldim. Ben oturduğum banktan kalkarken son bir defa bakayım dediğimde, göz ucuyla bana bakıp hafifçe sırıttığını gördüm. O günkü irkilmeyi hayatım boyunca unutmayacağım. Kalbimin titrediğini hissettim. Sanki orada onu seyrettiğimi biliyordu. Olamazdı ki! Ondan oldukça uzakta oturuyordum. Hem kafasını gazeteden hiç ayırmamıştı. Acaba ben onu seyrederken, o da beni yüreği ile mi seyrediyordu. Anneannem söylerdi bize, bazı insanların kalp gözü açıktır diye. Onların yanında kalbinizden geçenlere dikkat edin derdi. Peki, benim ona olan ilgimin sebebi neydi acaba? Ben on beş yaşında konuşamayan bir erkek çocuğuyum. Evsiz, yaşlı bir amcaya ne diye böyle bir hayranlık duyuyorum ki?

Aylar önce onunla yağmurlu, hatta fırtınalı bir günde tanıştım. Sırılsıklam olmuş bir kolinin içinden yavru bir kediyi çıkarıyordu. Bir annenin yavrusuna sarılması gibi sarılıyordu kediye. Üstüne örttüğü naylon poşeti sırtından alıp kediye sardı. Sonra da kahvecinin tabureleri için kullandığı şemsiyenin altına koydu kediciği. Hayvancağızı bıraktıktan sonra kafasını yere eğip yavaş yavaş yürümeye başladı. O kadar etkilemişti ki beni. Dilsiz olmasam, amca sen ne güzel adamsın diyecektim. Diyemedim işte. Yağmura seslendim. Ne kadar hoyratsın dedim. Utanmıyor musun böyle bir adamı ıslatmaya? Merhametinden utanmıyor musun onun? Dur artık dedim yağmura. Kızdım, kime kızdığımı bile bilmeden. Ben niye konuşamıyorum? Bu adam niye böyle sefil bir halde?  Güzel olabilecekken her şey niye eksiğiz biz? İçimde kopan sessiz fırtınalar dışarıdaki fırtına ile yarışıyordu. Her ne kadar sessiz kalmaya alışsam da, içimdeki yanardağ harekete geçtiğinde gökyüzünü yutacak kadar bağırmak istiyordum. Acıyordum kendime. Acıyordum benim gibi eksik olanlara. Bu beni eli kolu bağlanmış, penceresiz bir odaya tıkılmış gibi hissettiriyordu. Sonra ağlamaya başladım. Uzun bir süre…

Başımı pencereden çıkardım, yaşlı adamı görebilir miyim diye. Kulağımın kıvrımlarına bir yağmur damlası düştü. Kulağım çınladı. Gerçekten duydum mu emin değilim. Yağmur bana bir şey fısıldadı sanki. “onun ıslandığına bakma sen. Onun üstüne merhametten bir örtü serdik. Onun için üzülme.”  Kalbimdeki kasvetli hava da dışarıdaki yağmur da dinmişti artık. Kendi kendime bir şey mırıldanacaktım ki konuşamadığımı hatırladım. Tuhaf bir homurtudan başka ses çıkaramıyorum boğazımdan. İki sene önce geçirdiğim kazadan sonra konuşamadım bir daha. Başlarda her gün ölmek istedim. İnsanlardan kaçtım. Okula gitmeyeyim diye tüm defterlerimi, kitaplarımı yırtıp attım. Aradan bir sene geçince sessizliğe yavaş yavaş alıştığımı fark ettim. Ara sıra beni tutan şu sinir krizi olmasa iyi bile sayılırım artık. Hatta bir süre sonra kimsenin fark edemediği şeyleri fark ettiğimi anladım. Kimsenin duymadığı, duymazdan geldiği sesleri duymaya başladım. Sonra kendimi dinlemeyi öğrendim. Saatlerce kendimle konuşabiliyorum artık, SESSİZCE ve kelimelere gerek duymadan. Konuşmak bazen lazım oluyor tabi, ama suskunluk yüreğimin üstündeki fazlalıkları süpürdü sanki. Konuşmak ne çok kirletiyormuş yüreğimizi. Boşuna harcadığımız her kelime yüreğimizdeki ışığı biraz daha örtüyormuş anladım. Bir de kendime acımayı bırakabilsem…

İşte yine o yaşlı adam. Birkaç saniye içinde yanımdan geçecek. Kalbime bir heyecan çöktü onu görünce. Dün gece rüyamda gördüm onu. O kadar uzamıştı ki boyu. Elini uzatsa bulutları tutacak gibiydi. Ben de yanında yürüyordum. Adımları da kocamandı. Ama nasıl oluyorsa ben de onunla beraber yürüyebiliyordum, aynı hızda. Birden topraklı yol bitiverdi. Sonra bir yol belirdi önümüzde, bembeyaz bir yol. Onunla beraber o yolda yürümeye başladık. Birden kalp atışlarımın sesi, hafif ve huzur veren bir melodiye dönüştü. O müziğin içinden kendi sesimi duyabiliyordum. Evet, bu benim kaybolan sesimdi. Ne kadar sevindim! Kendi sesimi bir daha duyabileceğimi hiç sanmıyordum, rüyalarımda bile.  Ona söylemek istediklerimi söylemeye başladım heyecanla, dudaklarımı kullanmadan, kalbimle. “biz neden eksik kaldık böyle? Niye herkesin yürüdüğü yoldan itildik? Benim kalbimde kocaman bir diken yarası var sanki. Eskiden yaşadığım hayatı bırakıp hiç bilmediğim, kimseyi tanımadığım bir yere göçtüm sanki. Sen de evsiz, kimsesizsin. Acaba ondan mı seviyorum seni?  Evet, bu sevgi, gerçekten. Kendimi bile sevmeye zorlandığım sessiz dünyamda niye seni böyle seviyorum ki? Seni tanımıyorum bile. Bana bunları söyleyebilir misin? Kalbimdeki diken yarasına çare bulabilir misin?” Elini bembeyaz sakallarında gezdirdi. Beyaz yolun, gökyüzü ile birleştiği ufka gözlerini dikti. Gözlerinin mavisi gökyüzü ile bütünleşiyordu. Sanki gökyüzü onun gözlerinden devam ediyordu ufku doldurmaya. Düşündü bir süre. Sonra ellerini boşluğa uzattı. Ben ise asırlardır bekliyordum onu sanki. Asırlardır onun ufka bakan gözlerinden bakıyordum dünyaya. Sonra avuçlarını kapattı, elini bu sefer bana uzattı. Yüzünde, o gün parkta bana baktığı zamanki tebessümü ile avuçlarını açtı. Kocaman avuçlarında beyaz bir kalem… Üzerinde yürüdüğümüz beyaz yolun renginde. Al dedi bana, o da dudaklarını kullanmıyordu konuşurken. Muhtemelen kalbinden geliyordu ses. “Al, bu kalem senin dilin olacak. Aldığın nefes adedince içinde dünya biriktirdin. Ayağa kalk ve sana ihtiyacı olan o dünyaları bu kalem ile sula. Yeşert. Bana dünya nimetlerinin zehrinden arınma lütfu verildiği gibi, sana da dilin zehrinden arınma nimeti sunuldu. Şimdi bu nimetin hakkını verme zamanı. Önce oku, sonra izle, sonra hisset. Ve her şeyden önce sev. Sevmeden olmaz evlat. Suskunluğunun meyveleri, ancak sevince kendini gösterecek. Kendini sevdiğinde, kendine acımayı da bırakacaksın. Haydi, ufka bak, orası senin ruhun.”

Ruhunun derinlerinde gizlenmiş bir ateş her tarafımı sarıyordu o konuşurken. Kendimi ait olduğum yerde ve tamamlanmış gibi hissediyordum. Kalbimde bir aydınlık, alışkın olmadığım bir coşku… Kabıma sığmıyordum. Sonra uyandım. Bir daha eskisi gibi olmayacaktı sanki hiç bir şey.

O rüya beni uykulardan uyandırdı. Yüz yıllarca yaşamışım da derin bir uykuya dalmışım gibi. Toprağı, suyu, hayvanları, güneşi yüreğimde hissediyordum. Tüm evrenin kumandası yüreğimin içindeymiş gibi. Attığım her adıma değer veriyordum artık. Çünkü değiştiremediğim her şey için kendi içimde bir hayat kuracaktım. Yaşayacak bir sürü hayatım olacaktı. İçimdeki her duyguyu düşünceyi canlandıracak, bir rol biçecektim hepsine. Bunun için de bir sürü şeye ihtiyacım vardı artık. Her şeye kalbimle bakmalıydım. Güçlü olmalıydım. Çünkü içimde kuracağım tüm öykülerin hayatı bana bağlıydı, ben ise içimdeki o sessizliğe.

Yanımdan geçip gitti şimdi. Kalbini, sevgisini, bana değmeyen bakışını hissettim. Ve dün geceden beri yüreğimde yeşeren öyküleri onun yüreğine bıraktım, sessizce.

YORUM

WORDPRESS: 0