ANA SAYFAKitaplık

Birgül Yangın Aslanoğlu | Gülün Adı’nda Umberto Eco’nun Gizlediği Borges

Birgül Yangın Aslanoğlu "Gülün Adı'nda Umberto Eco'nun Gizlediği Borges" adlı yazısıyla Edebiyat Daima'da.

Erhan Çamurcu | Toprağın Çağrısını Duyan Şair Murat Soyak
Gönül Yonar | Kayıp Aydınlanma’ya Uyanmak
Birgül Yangın Aslanoğlu | Tek Kalan Fincan’da Aradıklarımız

Birgül Yangın Aslanoğlu | Gülün Adı’nda Umberto Eco’nun Gizlediği Borges

[sharethis-inline-buttons]

“Kitaplar inanmak için değil, araştırmak için yazılır. Bir kitap karşısında onun ne dediğini değil, ne demek istediğini sormalıyız kendi kendimize; kutsal kitapların eski yorumcuları bu düşünceye açık seçik sahiptiler.”diye geçiyor Gülün Adı’nda. Umberto Eco’nun, çağdaş edebiyatın klasikleri arasına giren çok hacimli bu eseri için söylenecek o kadar çok söz var ki nereden başlayacağını bilemiyor insan.

Öncelikle Umberto Eco’nun bu esere Gülün Adı’nı neden verdiği ile başlamak istiyorum. Okuyucu yazarın neden böyle bir ad seçtiğini çok sorgulamış. Kitabın adı, cinayetlerin ana mekânı olan o karanlık ve kasvetli yeri ifade etmek için “Suç Manastırı” veya romanın anlatıcısının adı  “Melk’li Adso” olmaktan vazgeçilip “Gülün Adı” olmuş. İtalyanca’da Nome Della Rosa demek olan Gülün Adı romanı bu adı, Eco’nun kitabın sonuna eklediği altı dizelik şu şiirden almış:

            “Rosa que al prado, encarnada

            Te ostentas presuntüosa

            De grana y carmin banada:

            Campa lozana y gustosa;

            Pero no, que siendo hermosa

            Tambien seras desdichada.”           

XIV. Yüzyılda yaşamış mistik bir İspanyol şair olan Juana Ines De La Cruz’dan alınan bu dizeleri çevirecek olursak:

            “Sen ki ey gül, çayırda kızarıp

            Kurumlanıyorsun

            Kıpkırmızı bürünmüş dallara

            Kır şen ve hoş

            Ama mutsuz olacaksın

            Nice güzel olsan da”     

Yitip giden bütün nesnelerden elimizde yalnızca adların kaldığı düşüncesiyle “Gülün Adı” ismi, Eco’nun isabetli bir tercihi olmuş. Kan ve vahşeti temsil etmesi açısından da önemli bir seçim. Türkçede gülün sesteş bir anlamı olan gülmek eylemi de esasında kitaptaki dönüm noktalarından biri. Jorge, Aristoteles’in Poetika kitabının ikinci cildini özellikle gülmeye ayırdığını, böylesi büyük bir filozofun bir kitabı gülmeye ayırdığına göre gülmenin önemli bir şey olduğunu söylüyor. Pek çok yazar bir çok kitabı günahla dolduruyor, günah da önemli ama kötü bir şey diyor. Poetika kitabının ikinci cildi o yüzden Jorge tarafından saklanıyor. Kimsenin bu kitabı okumasını istemiyor. Çünkü ona göre gülmek korkuyu ortadan kaldırır, insana cesaret verir. Gülen insan da Tanrı’dan korkmaz ona göre.

İnancı korkuyla beslemeyi kabul görmüş bir ortaçağ kilise anlayışı hâkimdir romanda. Pek çok rahip Jorge gibi gülmeyi eğitimsiz, cahil toplumların kabul gördüğü anlayışına sahiptir. Gülmek, Tanrı’nın koyduğu kuralları çiğnemek, dolayısıyla kiliseye başkaldırmaktır bir nevi. Hatta o kadar bu konuda hassastırlar ki İsa’nın hiç gülmediğini de iddia ederler ve hiç gülen bir resminin olmadığını vurgularlar. Gülmek bu sebeple kitaptaki tüm cinayetlerin neden işlendiğini, açıklayan bir unsurdur. Jorge’nin planlayıp işlettiği tüm cinayetler Aristoteles’in Poetika kitabının ikincisine kimsenin ulaşmaması, günah olan gülme eylemini anlatan kitabı kimsenin okumaması içindir. Manastırdaki büyük kütüphanede, sadece Aritoteles’in Poetika kitabının kayıp ikinci cildi bulunmuyor, saklı, yasaklı pek çok kitap da var.

“Bizimkinden değişik bir bilgi içeren bir kitap. Onu buraya aslanların, canavarların bulunduğu yere niçin koyduklarını anlıyorsun değil mi? O kitabı canavarların üstünde görmemizin nedeni bu, aralarında tek boynuzlu da görmüştüm. Leones denen bu bölge, kitaplığı kuranların yalan saydıkları kitapları barındırıyor.” Kuran-ı Kerim’i işaret eden bu satırları okuyunca kiliselerde saklı Kuran-ı Kerimlerin olduğunu anlatan amcamın sözleri geldi aklıma. Yine kitapta Arap dünyasının âlimlerinden ve eserlerinden sıkça bahsedilmesi de dikkatimi çekti. Manastırın kütüphanesinin, Hıristiyanlığın, Bağdat’ın otuz altı kitaplığı ve Vezir İbn el-Alkami’nin on bin cildiyle yarışabilecek tek ışık olduğundan ve İncillerin sayısının Kahire’nin övüncü olan iki bin dört yüz Kuran’a eşit olduğundan bahsediyor Williams. Eserde Müslümanlara kâfir denilmesi, bizim onlara gâvur dememiz gibi bir şey. Kuran-ı Kerim’in inançsızların kitabı olarak ifade edilmesi de aynı şey. Bu ifadeleri okuyunca kullanılmasını hoş bulmadığım ama Anadolu insanının dilinde yaygın bir ifade olan gâvur, kâfir ifadesinin ne denli yerleşmiş olduğunu anlamış oldum.

Eserde İbn-i Sina’ya da genişçe yer verilmiş. Özellikle onun aşk üzerine tavsiyelerine. İbn-i Sina aşkı, insanın karşı cinsten birinin yüz çizgilerini, el kol devinimlerini ve davranışlarını durup durup düşünmekten doğan sürekli bir hüzün düşüncesi olarak tanımlıyordu. Aşk, bir hastalık olarak doğmuyordu, ama doyurulmazsa bir saplantıya dönüşüyordu.

Labirent şeklinde tasarlanmış olan kütüphane, o kadar gizemli ve korunaklı ki izinsiz giren kişinin çıkması neredeyse imkânsız. “Kitaplık gizlerle, özellikle rahiplere hiçbir zaman okumaları için verilmemiş kitaplarla doluydu. Oysaki araştırma yapan bir rahibin kitaplıktaki her şeyi bilmeye hakkı vardır.” Kütüphane görevlisi ve yardımcısının dışında hiçbir din adamı, okuma salonu haricindeki diğer bölümlere giremiyor yasak olduğu için. El yazması eserleri rahipler yazıyor, çoğaltıyor ancak bu rahiplerin birbirinin yazdığı eserlerden haberi olmuyor. Manastırda bir yasak varsa, saklı kitaplar varsa onu merak edenler de olmaz mı? Elbet olur, zaten her şey bu merak duygusuyla başlıyor.

Gülün Adı, bir polisiye roman ama klasik polisiye romanlardan çok farklı mistik bir polisiye roman. Postmodern izler taşıyan tarihi bir roman aynı zamanda. Umberto Eco, ortaçağ tarihi hakkında derin bir bilgiye sahip. Kitabın yazım aşamasında yaptığı araştırmalardan ve kurguyu oluştururken nasıl incelikli hesaplar yaptığından uzun uzun bahsediyor. Her ne kadar eser Hıristiyan dünyasının terimleriyle yoğun bir bilgi yığını gibi okuyucuyu boğsa da ortaya muazzam bir eser çıktığını inkâr edemeyiz. Ortaçağda kilisenin mutlak gücü, bağnaz yapısı, bilime ve yeniliklere kapalı oluşu, baskıcı, otoriter kimliği, rahipler ve manastır kültürü üzerinden yansıtılırken; yoksul ve ezilen halkın açlıkla mücadelesi, büyücülük, cadılıkla suçlanan insanlar ortaçağ yaşamının çok belirgin yansımaları olmuş esere. Özellikle “Şeytan, erkeklerin yüreğine kadın kılığında girer.” ya da “Rahiplik andı bizi kadın bedeni denen o kötülük batağından uzak tutar.” ifadeleri ortaçağda kadına yaklaşımın nasıl olduğunu yansıtmakta; kadının bir şeytan olarak görüldüğünü çok açık bir biçimde ortaya koymaktadır.

Romanda olaylar, manastırın gizemli kütüphanesinde görevli olan Adelmo’nun ölümünün intihar olarak düşünülmesiyle başlar. Adelmo’nun neden intihar ettiği bilinmez. Rahipler manastır üstünde dolaşan bir lanet olarak düşünür olanları ve bunun Deccal’in işi olduğuna inanırlar. Engizisyon Mahkemelerinde eski bir sorgucu olan William ve yardımcısı Adso bu gizemli ölümün perdesini aralamak için gelirler manastıra. Williams, Sherlock Holmes gibi ince detayları yakalayan çok zeki biridir ve kitaplara aşırı derecede değer verir. Yunanca-Arapça çevirmeni Venantius, söz söyleme sanatında usta olan Benno, kütüphane yardımcısı Brengar, el yazmalarını kopya eden Aymora, kütüphaneci Malachi ve şifalı bitkiler uzmanı Severinus’un ölümleri hangi sırrı korumak içindir? İşte tüm bunların izini sürer Williams ve yardımcısı Adso. Roman, Adso’nun anlatımıyla okuyucuya ulaşmaktadır zaten.

Yedi yüz otuz üç sayfalık bu kitapta olaylar, yedi güne ayrılmış bölümlerle sunulur okuyucuya. Öncesinde kırk beş sayfalık bir önsöz ve yüz kırk bir sayfalık oldukça detaylı bir sonsöz de eklenmiş esere.

Kraliyet, kilise ve tarikatlar arasındaki ilişkiyi, kilisenin katı kurallarını, düşünmenin neredeyse yasak oluşunu, bilime ve yenilikçi düşüncelere karşı olan aşırı sert tutumu ve önyargıları yansıtması ve özellikle Ortaçağ Hıristiyan dünyasını başarılı ve aşırı derecede ayrıntılı yansıtması açısından oldukça önemli bir tarihi eser Gülün Adı. Her ne kadar polisiye bir eser olarak nitelendirilse de. Kurgunun düğümlerinin kütüphanede çıkan bir yangınla çözümlenmesi, Eco’nun çok sevdiği bir düşünür olan Aristoteles’in kayıp Poetikalar kitabının ikincisi ile açığa çıkması, Williams’ın yangından kitapları kurtarmaya çalışma çabası da oldukça manidar. Mistik düşünceye karşı pozitif bilimleri savunan Aristo’nun bilime yaptığı katkıları düşününce sırlı kitabın neden onun eseri olduğunu anlıyor okuyucu. Nitekim Müslüman âlimler de akıl yoluyla inancı desteklemişlerdir. Ortaçağın karanlık zihniyetinden sıyrılması da bilime sıcak bakmayla olmadı mı?

Gelelim eserde en çok beğendiğim yere. Eserde cinayetleri işleyenin kim olduğunu roman boyunca merak ettik. Eco, o kadar zeki bir hamle ile öyle birini çıkardı ki Williams’ ın karşısına yazarın dehasına hayran kalmamak elde değil. Ancak esas hayranlığım Jorge gibi bir karakterin kimden ilham alınarak belirlenmesinde. Bu cinayetlerin ardındaki kişi kör Burgoslu Jorge’dir. Bu isim edebiyat dünyasının büyük yazarlarından görme engelli Jorge Luis Borges’i hatırlattı mı size de? Eco, Borges’e atıfta bulunmak için böyle bir karakter oluşturduğunu, kitabın son bölümünde “… Kütüphane ve görme engelli bir adamın toplamı anca Borges’e karşılık gelebilirdi.” diye belirtmekte. Jorge, hayatını manastırdaki kitapları okumaya vakfetmiş ve okuya okuya kör olmuş bir rahiptir. Kör bir insanın, yasaklı kitabı merak edip okumak isteyenler için hazırladığı zalim tuzak da oldukça şaşırtıcıdır. Kitabın sayfa çevrilen uç kısmında zehir vardır. Sayfayı çevirirken parmağını diline değdirip ıslatan kişi de zehirlenir. Zira ölenlerin parmağında ve dilinde mürekkep lekesi vardır hep. Gülmenin, korkunun panzehiri olduğuna inanmasından dolayı Poetika kitabını saklaması, her ihtimale karşı kitaba ulaşanların onu okurken zehirlenerek ortadan kalkmasını hesap etmesiyle Jorge, bir kütüphaneci olarak bilgiyi yok etmeyip saklayarak kendi sonunu da hazırlamış oldu. Çünkü bilgiye ulaşan ve her şeyi çözümleyen William’ın zekâsını hafife almıştı.

Tarih boyunca nice büyük kütüphaneler yakıldı, ne kitaplar yasaklandı, kaç tanesi toprak altına gömülüp saklandı. İnsan, aklıyla diğer varlıklardan ayrılır. Aklını kullanmasını bilen insan için kitaplar her zaman en büyük hazineler olacaktır. Saklansa da yakılsa da yasaklansa da. Dinimizde ilk emrin “Oku! Yaradan Rabbinin adıyla oku!” olması boşuna değil. Umberto Eco’nun Gülün Adı’nda da ifade ettiği gibi “Kitabın iyiliği okunmasındadır.”

[sharethis-inline-buttons]

YORUM

WORDPRESS: 0