Muhammet Erdevir | Eskiyor Taş Duvar

ANA SAYFADeneme

Muhammet Erdevir | Eskiyor Taş Duvar

Muhammet Erdevir "Eskiyor Taş Duvar" adlı yazısıyla Edebiyat Daima'da. "Eski öykülerin en eskisini dile getireceğim. Acının ilacı yok."

Batuhan Çağlayan | Şairin Kişiliğinin Şiiri Üzerindeki Etkisi
Muhammet Erdevir | Gölgeler Hep Öyle Uzak
Muhammet Erdevir | Işık, Gölge, Ürperiş

Muhammet Erdevir | Eskiyor Taş Duvar

Yağmur yağdıkça aşınıyor kireç taşı. Güneş belki de bu yüzden daha kolay yakıyor bu taş duvarı. Kendimden çalıp sana yol eylediğim zamanın köşe başlarını bu çürük tabiattan mı örmüşler? Yağmurdan, güneşten, çaresizlikten etkilenen, eriyen, eskiyen dayanıklı ama dayanıksız tüm direneklere yaslanarak yürüyorum zamanımın içinde. Meçhul böyle bir şey. Adım atmanın belirsizliği, direnirken kaybetmek ve kaybederken yol almak üzerine. Zehirleniyor toprak, yeşerdiğine bakma. Bazen dutlar yaprak açar şubatta, erikler çiçeğe durur pembe. Kar, don, kırağı, buz tutan kuytularda ellerini ısıttığını zanneder yolunu kaybedenler. Garibin harcı budur, garibin zaferi yenilmektir.

açık, açık renkli, arka fon içeren Ücretsiz stok fotoğraf
Sevginin gücü diyor ve duruyor yolcu. Sevginin güçsüzlüğü diyerek ilerliyor. Duruyor güç aklına geldikçe, güçlük düştükçe içine.”

Eski öykülerin en eskisini dile getireceğim. Acının ilacı yok. Tam bu yüzden olsa gerek kırlangıçlar inmedi sıcak güney ovalarına. Yaralar çaresiz olduğu müddetçe gitmeyecekler. Kırılacak dalları, gitmeyecekler. Başlarına kar yağacak, buz tutacak ayakları. Gitmeyecekler. Dermansız dertler yüzünden, çözümsüz yumaklar yüzünden, kördüğüm olmuş bağlar yüzünden olan kırlangıçlara olacak. Gitti denecek ama gitmeyecekler. İnatla, inançla, dirençle ölümü bekleyecekler. Ölümün sevdiği zaman dilimleri kuşanıp duracak soluduğumuz havayı. Kışın ayazı kesecek ayaklarının kavruk derisini, gidemeyecekler. Ne gideni ne kalanı umursuyor zaman. Kanadı paramparça kırlangıçlar için eriyor bu taş duvar. Bilmiyorlar. Saçlarının toprak misali kabardığını biliyorum ama. Görmesem de biliyorum, görmemenin bilgisine güvenerek içimde canlandırıyorum. Teninin buğu tutmayacağını, ellerinin belki de bu yüzden hep üşüdüğünü, kuşlara imrendiğini, papatya falına inanmadığını, orkideleri neden bu kadar çok sevdiğini bilmeden biliyorum. İçindeki ürpertiyi biliyorum içindeki ben olmasam da. Ürpertinde çarpıyor yürek, bunu biliyorum. Kanatlı tayların kalbi gibi çarptığını mesela, tüm cehaletimle biliyorum ki cehaletin böyle tümel ve kapsayıcı olanı asla hafife alma.

Geçti zannediyoruz gözümüzün önünden çekilenleri. Oysa görüş alanımızdan çıkınca başlıyor asıl macera. Bakmadığımız anlarda yok olmuyorlar, gözlerimizi kapatınca kaybolmuyorlar, ufkun ardına gidince gitmiş olmuyorlar. Uzaklıklar nispi, mesafeler çok kişisel. Açıldıkça açılmıyor aramızdaki mesafe. Gidildikçe ayrılmıyor yol, yüründükçe kapanmıyor da. Mesafeyi biz icat ediyoruz ölü kırlangıçlara bakarak, kanatlarını kırdığımız kuşlardan ilhamla kuruyoruz ayrılık denen bin fersahlık kuleyi. Eskiyor taş duvar, kule yükseldikçe eskiyor. Kötüsü şu ki söksek düzelmeyecek, kuleyi yıkmak çözmeyecek karmaşayı. İçten yanan bir ateşle eriyor kireç taşı. Kireç ocağında kaynıyor emeğimizin şahdamarı.

Sevginin gücü diyor ve duruyor yolcu. Sevginin güçsüzlüğü diyerek ilerliyor. Duruyor güç aklına geldikçe, güçlük düştükçe içine. Gömdüklerinin yerini unutan sıvacı kuşu, bulduklarını kaybeden açgözlü karga, büklerin arasında dolaşan karayılan… Tüm sıfatları cem edip hepsini aynı avuçta değersizliğin ölçütüne vurup duran bir yolcu. Yol çoğalıyor böyle böyle, mesafe azalacaksa da azalmıyor olanların dehşeti karşısında. Kasımda papatya bekliyor kederinden; güllerin beyazını, kasımpatıların sarısını sevmiyor. Sevgisizliğini böyle böyle çoğaltıyor. Denizin dalgasında kıvranıp duran arzu kıvılcımının geceyi nasıl aydınlattığını anlayınca azalmak için çoğalıyor. Beni sürükleme dedikçe sürüklendiğimiz o uçurum gerçek. Korkuyu mu seviyoruz, kokuyu mu? Ah bir de bilsem nasıl koktuğunu… Bilmeye bilmeye damıtacağım tüm hikâyeyi, bunu biliyorum.

İncinin derdi inciden büyük olmuyor, incitenin acısı ancak kendi kadar. Bu yumakta sevgiyi doğuran ve işleyen bir kalbi çağırıyor zaman. Taşları erimekte olan kuleye inat, yuvalarında üşüyen kırlangıçlara hürmeten. İşte o hürmet çekirdeği düşüyor ayazın kalbine. Keskin sulara yön veriyor gündüzün serinliği. Hataları telafi eden durgunlukların sonunda yan yana uyanamadığımız bu gerçek, bu gerçekliğin apaçık bilinci, bu yorgunluklar birbirimizin dışındaki her şeye ve her şeye karşı taptaze, dipdiri, sımsıkı kalabilen bazı şeyler… Taş duvar eriyor, beyaz ve kirli sarı arasında tüm renkler duvarın altında kalıyor. Sen beyazsın, ben beyazım. Bilmediklerimi biliyor ve istiyorum. Hiç alamayacağım şeyleri istiyor olabilirim ama hiç alamam dediğim her şeyi aldığımı ve dahi alacağımı biliyorum. İşte böyle konuyor o duvarın son taşı.

Anlamları katman katman çoğaltmanın neticesinde önce kendimin sonra yine “ben”liğin anlayışına sığınıyorum “ben”lik bir şey yok dediğim için. Bağışlanma dilemeli miyim senden, bu kireç ocağında sevgiyi yeşerttiğim için? Bu çoğalıp duran boşlukta, bu kralların tacını üç kuruşa bozan kuyumcular çarşısında, bu herkesi mutsuz eden labirentin çıkışında özür dilenmeli miyim?

Newer Post
Daha Eski Gönderiler

YORUM

WORDPRESS: 1
  • comment-avatar
    Serap Kılınçoğlu 1 yıl ago

    Kaleminize sağlık. Şiirle yoğrulmuş bir denemeydi.