ANA SAYFAKitaplık

Yunus Çinçin | Beni Kör Kuyularda’ya Dair

Yunus Çinçin, Hasan Ali Toptaş'ın "Beni Kör Kuyularda" romanına dair yazdığı incelemesiyle Edebiyat Daima'da

Yunus Çinçin | Yabancılaştığımız Gerçeklerin Öyküleri
Yunus Çinçin | Dücane Cündioğlu’nun Motto’su
Yunus Çinçin | Canımız Sabahattin Ruhumuz Ali
[sharethis-inline-buttons]

Hasan Ali Toptaş’ın Kuşlar Yasına Gider adlı romanından sonra merakla beklenen yeni romanı “Beni Kör Kuyularda”  okuyucularıyla buluştu ve büyük ilgi gördü.

Hürriyet gazetesinin Hürriyet Pazar eki için 17.11.2019 tarihinde Güliz Arslan’a verdiği röportajda yazdığı romana/romanlara ilişkin değerlendirme yapmaması üzerinde durur Hasan Ali Toptaş:

“Bana göre son cümlesi yazılıp nokta konduktan sonra roman tekemmül etmiştir artık, inşası bitmiştir. Dolayısıyla o konuşmaya başlamıştır. Metin konuşmaya başladığında, bana göre, yazara da susmak düşer. Bu nedenle romanla okur arasına girerek “Burada şunu anlatmaya çalıştım.”,”Yok efendim ben onu kastetmedim.” ya da “Şunu amaçladım, bunu yaptım” demenin beyhude olduğunu düşünüyorum. Bir tür hariçten gazel okumaktır bu. Kale alınmaması gerekir. Aslolan metnin söyledikleri ve sustuklarıdır.”

Hasan Ali Toptaş, “Beni Kör Kuyularda ” adlı son romanına ilişkin verdiği röportajlarda da genel olarak ifade ettiği, modern hayatın beraberinde getirdiği her boyuttaki sorunu, modernizmin ve kapitalist sistemin insani değerlerde yarattığı aşınmayı, kapitalist üretim ilişkilerinin ve insanlardaki kazanma hırsının insanı doyumsuz, acımasız, vahşi bir tüketiciye dönüştürmesi meselesini,  sıradan, olağan ve olağanüstü insan hikâyeleriyle anlatıyor.  

Yazar, romanını okuyanlara, her şeyin kar- zarar hesabı üzerinden şekillendiği günümüz dünyasında,” İnsanların yaşadıkları acıların anlamı ve önemi nedir? İnsanların yaşadıkları acılar ve çektikleri sıkıntılar pazarlanabilen alış veriş nesnesi midir? İnsanların mahremiyetleri nerede başlar?” gibi pek çok soruyu romanında anlattıkları üzerinden soruyor.

Hasan Ali Toptaş, günümüzde yaşanan ve kanıksanmış pek çok meseleyi ama özellikle bireysel ve toplumsal şiddetin olağanlaşması, alenileşmesi ve meşrulaşması meselesini tıpkı suya atılan taşın suda yarattığı halkalar gibi merkezden çevreye geniş bir açıdan irdelemeye çalışmış romanında.

Romanın en başında, E.M. Cioran’ın ,”Bir kez selamete erdikten sonra, kendine hala canlı demeye kim cesaret edebilir?” sorusuyla karşılıyor biz okuyucularını Hasan Ali Toptaş ve yazdığı romanın içeriğine ilişkin ipucu veriyor kitabı okuyacak olanlara.

Yazar, yazımın girişinde bahsettiğim röportajında, ”Beni Kör Kuyularda “ adlı romanını nasıl yazdığına ilişkin açıklamada bulunuyor:

Beni Köy Kuyularda’nın çekirdeği, 2005’te yayımlanan Uykuların Doğusu adlı romanımdaydı. Güldiyar’ın adından söz edilmiyordu ama bu hikâye orada on beş yıldır bekliyordu. Bir buçuk sayfa kadardı. O bir buçuk sayfayı yazarken bir gün oradaki kızın hikâyesinin romana dönüşeceğini bilmiyordum elbette, böyle bir öngörüm yoktu. Zamanla o kısacık hikâye aklıma takılmaya başladı. Arada bir açıp okuyordum o sayfayı. Tam da lafın burasında, rahmetli Hulki Aktunç’un bir sözü aklıma geliyor, o, “Yazacak bir şey bulamadığınızda eğilip eski metinlerinizin içine bakın,” derdi. Gerçi yazacak bir şey bulamamak mümkün değil bu dünyada. Gene de yazılacak şeylerin çokluğu yüzünden yokluk gibi görünebiliyor kısa bir süre için.”

Hasan Ali Toptaş, “Beni Kör Kuyularda” adlı romanında, postmodernist yazarların eserlerinde uyguladıkları metinlerarasılığı kendi eserleri arasında uygulamış. Yazar, ”Uykuların Doğusu” adlı eserinin yüz altmış altıncı sayfasından yüz yetmişinci sayfasına kadar olan kısmında, eserin kahraman anlatıcısına anlattırdığı ve kahraman anlatıcının bizzat gidip gördüğü bir olayı geliştirerek “Beni Kör Kuyularda” adlı eserini kaleme almış. Yazar, “Beni Kör Kuyularda” adlı eserinde, adı “Sururi Necipoğulları” olan kahramanın yaylı at arabasıyla Güldiyar’ın evine gelip gözlerinden yaş yerine taş düşen Güldiyar’ı görmesi ve evi üzüntü içinde terk etmesinden sonra, ”Uykuların Doğusu “ adlı romanına bir gönderme de yapmış.   

“Kalabalığın içinden bazıları dayanamayıp avlu kapısına, simit satan çocukların yanına koştu onun gidişini görebilmek için. Gözlerini dereye diktiler, hep birlikte beklemeye başladılar.

Dursun’un evinin arkasından dolanan yaylı aşağıda, kavakların hizasında göründü bir süre sonra, atlar güneşin altında parlayıp söndü. Dere kamçı sesleriyle, nal şakırtılarıyla, tekerlek tıkırtılarıyla doldu birden. Havaya iplik iplik buğular, geniş geniş soluklar yükseldi. Fakat geldiği istikamete doğru gidecekken bu yaylı sola saptı minibüsleri geçince. Sapınca da tepeye tırmandıkça tırmandı, tırmandıkça tırmandı ve yeşil minareli caminin yanından geçerek şehrin doğusuna doğru kayboldu gitti. Aynı zamanda zamanın doğusuna doğru gitti sanki hayallerin doğusuna, belki de uykuların doğusuna doğru gitti.” (s.210-211)

Hasan Ali Toptaş’ın romanının merkezinde, babası ayakkabı tamircisi, annesi ev hanımı olan, köyden kente göç etmiş ailesiyle Ankara’nın gecekondu mahallelerinden birinde yaşayan Güldiyar adlı bir kız var. Bir gün, ayakkabı tamircisi babası dükkânına sefer tasını almadan gidince Güldiyar babasının yanına almayı unuttuğu sefer tasını babasına götürür.  Güldiyar dükkânlarından eve döndüğünde onun sessiz ve hüzünlü halini gören annesi, kızı Güldiyar’a bu halinin nedenini sorar. Güldiyar, annesine hiçbir açıklama yapmaz ve ağlar. Ağlarken Güldiyar’ın gözlerinden yaş yerine taş düşer.

 “Bahriye de karmakarışık duygularla usulca onun yanına çöktü o sırada, elini uzatıp elinin birini tuttu. ‘Kızım,’ dedi anne sütünden yapılmışa benzeyen sıcacık bir sesle, ‘yoksa dükkâna vardığında baban canını sıkacak bir şey mi söyledi?’ ” (s.16)

Babası Muzaffer, dükkânından eve gelince, kızının durumunu görür ve Güldiyar’a sorduğu sorulara cevap alamaz. Güldiyar, annesine ve babasına hiçbir açıklama yapmaz ve sessizliğini korur. Muzaffer kızının sessizliğini kendince anlamlandırmaya çalışır.

“İşte bütün bunlar,” dedi, işaret parmağını hızlı hızlı sallayarak;” işte bütün bunlar, lüzumundan fazla televizyon seyretmenin neticesi! Tabii, iş yok güç yok, yayılıyorsunuz ekranın karşısına, sabahtan akşama kadar o abuk sabuk programları seyrediyorsunuz. Seyrettikçe de beyniniz uyuşuyor sizin, Allah’ıma, keçe gibi oluyor.” (s.27)

Kardeşi Hüseyin’in dört yıldır kayıp olmasının anne ve babasına yaşattığı acıya bir de Güldiyar’ın sessizliği ve gözlerinden yaş yerine taş dökülmesi eklenir. Roman boyunca Güldiyar’ın neden hüzünlenip sessizleştiği konusu gizemini korur.    

Yazar, romanında yarattığı, Güldiyar’ın gözlerinden yaş değil taş dökülmesi durumuyla, roman kahramanları için yarattığı illüzyona okuyucuyu da dâhil eder. Roman boyunca, ağladığında Güldiyar’ın gözlerinden yaş yerine taş gelmesi, Güldiyar’ın yaşadığı acıları ve suskunluğunu gölgeler, perdeler. Herkes Güldiyar’ ın gözlerinden yaş yerine taş dökülmesi durumuna odaklanırken, Güldiyar’ ın yaşadığı acılar ve yalnızlık geri planda kalır ve önemsenmez. Güldiyar’ ın yaşadığı durumu çevresine belli etmemeye çalışan annesi Bahriye, bunu başaramaz ve komşusu Emine’ye, ağladığında Güldiyar’ın gözlerinden yaş yerine taş döküldüğünü anlatır. Güldiyar’ın durumu sır olmaktan çıkıp insanlar tarafından öğrenilince,  ağladığında Güldiyar’ın gözlerinden dökülen taşları görmek için insanlar Güldiyar’ın evine akın ederler. Evin etrafında bekleyenlere simitçi ve çekirdekçi de eklenir. İnsanlar olup bitenleri çekirdek yiyerek takip ederler. Eve gelenlerden biri olan beyaz giysili bir tarikat şeyhi, Güldiyar’ın  içine şeytanların girip yerleştiğini, bu durumuna çare bulabileceğini öne sürer. Güldiyar’ın babası Muzaffer, tarikat şeyhinin yardım önerisini reddeder.  

Evine gelen fötr şapkalı tıknaz bir adam,  Güldiyar’ın babası Muzaffer’e, Güldiyar’ı hastaneye götürmesini nasihat eder. Muzaffer, kendisine nasihatte bulunan fötr şapkalı tıknaz adamın sözünü dinleyip kızını hastaneye götürmeye niyetlenir. Muzaffer,  kızı Güldiyar’ı hastaneye götüreceği günün sabahında, eşi Bahriye’yi yattığı yerde ölmüş vaziyette bulur. Eşinin ölümü nedeniyle, kızı Güldiyar’ı hastaneye götürme işini erteleyen Muzaffer, ilerleyen günlerde komşusu Dursun, Dursun’un işsiz yeğeni Rüstem ve Rüstem’in arkadaşı Cihan’la, kızı Güldiyar’ı Ankara’da bir hastaneye götürür. Güldiyar, Hastanede doktorlarca muayene edildikten sonra, Muzaffer’e kızının durumunun bir çözümü olmadığı ifade edilir.

Hastaneden eve geri dönen Muzaffer, Güldiyar’ın durumunun nedenini bir türlü çözemez. Güldiyar da sessizliğini koruyup babasına neden ağladığını ve sessizleştiğini ifade etmez. Muzaffer’in Ankara’nın dışındaki bir varoşta bulunan gecekondusu bu arada Güldiyar ağladığında, gözlerinden dökülen taşları merak edenlerin akınına uğrar. Dursun’un İşsiz Yeğeni Rüstem, Güldiyar’a gösterilen yoğun ilgiyi fırsata çevirir ve Güldiyar’ı görmek isteyenlerin listesini yapıp insanların para karşılığı ve küçük gruplar halinde Güldiyar’ı görmesini sağlar.

Muzaffer, oğlu Hüseyin’in kaybolmasından sonra şarap içmeye başlar ve dükkânında ayakkabı tamir ederken de şarap içmeye devam eder. Kızı Güldiyar’ın suskunlaşması ve ağladığında gözlerinden taş gelmesi sonrası kızının durumuna da üzülen Muzaffer, dükkânını iyice boşlar ve evinde kızının yanında kalmaya başlar. Bu arada Rüstem ve arkadaşları, Muzaffer ve kızı Güldiyar’ın yeme içme ihtiyaçlarını da karşılamaya başlarlar. Evlerine, kızının durumunu görmeye gelen insan kalabalığına anlam veremeyen Muzaffer, Güldiyar ağladığında, gözlerinden dökülen taşları görmek isteyenlere, Rüstem’in bu durumu para karşılığı izlettiğini ve bu işi başka kişilere devrettiğini öğrenir.

Zamanla işler iyice çığırından çıkar. Güldiyar ağlayınca gözlerinden dökülen taşları görmek isteyenler, para verdikleri halde Güldiyar ağlamadığı için gözlerinden dökülen taşları göremediklerinden şikâyetçi olurlar. Güldiyar’ın durumunu kazanca dönüştüren mafya elemanları, çok acımasızca bir çözüm bularak Güldiyar’ı   ağlatmayı başarırlar. Yaşadığı üzüntüden ve gördüğü kötü muameleden ötürü, Güldiyar’ın sağlığı günden güne bozulur.

Güldiyar’ın babası Muzaffer içinde bulunduğu bu duruma çözümler aramaya çalışır. Bir yandan kızını ve kendisini kendi evlerinde esir alan ve kızının durumundan kazanç elde eden mafyadan kurtulmanın çarelerini ararken bir yandan kurtuluşun kızıyla birlikte köyüne geri dönmekte olduğunu düşünür. Köye geri dönme planları yapan Muzaffer, zaman zaman ölen eşi Bahriye’nin hayalini görüp onunla sohbet eder. Muzaffer kimi zaman da ölmüş anne ve babasının hayallerini görür. Muzaffer, anne ve babasının köyden kente gelmesinden duydukları rahatsızlığı ve kendisine verdikleri nasihatleri dinler. Muzafferin her türlü çabası sonuçsuz kalır ve Muzaffer kızının yaşadığı trajediye çaresizce seyirci kalır.

Güldiyar’ın yaşadığı trajediden rahatsız olup herkesin gözü önünde yaşanan olumsuzluklara bir son vermek isteyen sadece Güldiyar’ın babası Muzaffer değildir. Romanda anlatılanlara yer yer klarnet sesi eşlik eder. Romanın sonlarına doğru, klarnet sesinin Güldiyar’a âşık olan Cevher adlı klarnetçi gencin çaldığı klarnetten geldiği anlaşılır. Cevher, Güldiyar’a duyduğu aşk nedeniyle Güldiyar’ın evinin etrafında dolanır durur ama Güldiyar’ın yaşadığı trajediye engel olamaz. Muzaffer’i, yeğeni Rüstem’le tanıştırdığı için bütün yaşananlara kendisinin sebep olduğunu düşünen Dursun da Güldiyar’ın yaşadığı olumsuzluklara son vermek için çabalar ama Dursun’un çabaları da bir sonuç vermez.   

Romanda, Güldiyar’ın gözlerinden dökülen taşları görmek için Güldiyar’ın evine gelen bir kişinin,  kazanç uğruna Güldiyar’a mafya üyelerince yaşatılan eziyeti polise şikâyet etmesi sonrası, eve gelen polislerin Güldiyar’ın durumundan kazanç elde edenlere hiçbir müdahalede bulunmadan geri gitmeleri de romanda devlet kurumlarının çarpık işleyişine ilişkin bir eleştiri olarak çıkıyor karşımıza.

Romanında yer yer masalsı, gerçeküstü olaylara, kahramanlara; tekrarlara,  aşamalı ve yoğun anlatımlara yer veren Hasan Ali Toptaş, Güldiyar’ın herkesin gözü önünde yaşadığı trajedinin nasıl çığrından çıktığını ve olağanlaştığını; bireyin ve toplumun yaşadığı algı çarpılmasının, yabancılaşmanın yarattığı sorunları ve çelişkileri ustalıkla gözler önüne sermiş.

Güldiyar’ın evinin avlusuna onun gözünden dökülen taşları görmek isteyenler dışında, “Her sabah, şehrin derinliklerindeki uğultuların içinden, karşı tepelerin ardından ve civar mahallelerden her biri birbirinden pejmürde, saçları başları dağınık,  avare kılıklı, mecnun kılıklı ve Güldiyar’ın gözlerinden dökülen taşları izlemekten çok avluda olup bitenleri izlemek için gelen adamlar”  da vardır. Bu adamlardan biri de Güldiyar’ın evinin avlusunda toplaşan kalabalığa karışmayan, avludaki kalabalığa karışmamak için, avludaki dut ağacına tırmanıp kumruya dönüşen “Halil”dir. Halil, romanda içinde olağanüstülükler de barındıran, gerçekle hayal arasında gidip gelen hikâyeler anlatır. Anlattığı bu hikâyelere rağmen Halil, romanda yaşananlara en net tutumu sergileyen ve romanda anlatılanlara cepheden tavır alan bir yaklaşım sergiler.

“Ben kötülük edenle kötülüğe maruz kalana aynı yüz ifadesiyle bakamam, her ikisine de gülümseyemem diyorum size. Bunu yaparsam o zaman da kendi yüzüme bakamam diyorum. Hepsi bu kadar, başka bir şey dediğimi yok. Sizin mideniz kaldırıyorsa, kötülük edene de kötülüğe maruz kalana da aynı şekilde gülümsemeye devam edebilirsiniz, işin o yanı beni ilgilendirmiyor.” (s.156-157)

“Anlıyorum,” dedi, nice sonra Halil.”Sen diyorsun ki, kötüler gelip bize kötülük edinceye kadar iyidirler, başımızın üstünde yerleri vardır.”  (s.169)

 “Nefret edemeyenin sevgisi de yalandır.” (s.169)

Güldiyar’a, babası Muzaffer de dâhil kimse yardım edemez ve Güldiyar acısıyla baş başa kalır. Roman, özelde Güldiyar’ın genelde insanlığın içine düştüğü açmazı yansıtır biçimde son bulur.

Hasan Ali Toptaş, özelde Güldiyar’ın genelde tüm insanlığın yaşadığı trajedinin sorumlusunun, kendi kazdığı kuyuya düşen, yaşadığı insanlık dışı hayatı kanıksayan, yarattığı kör kuyuda olduğunun bile farkında olmayan insanlık olduğunu yazdığı romanla, çözümler ya da çıkış yolları önermeden anlatmaya çalışıyor bizlere. Stendhal’ın, ”Roman yol boyunca gezdirilen aynadır.” sözünden hareketle Hasan Ali Toptaş, ”Beni Kör Kuyularda” adlı eseriyle insanlığın yüzüne bir ayna tutuyor ve insanlığın yaşadığı yabancılaşmayla yüzleşmesini sanat yoluyla sağlamaya çalışıyor.

Hasan Ali Toptaş’ın yüzümüze tuttuğu aynada hepimizin gerçekleri görebilmesi dileklerimle…

*Hasan Ali Toptaş, Beni Kör Kuyularda, Everest Yayınları, 2019.

[sharethis-inline-buttons]

YORUM

WORDPRESS: 0