ANA SAYFASöyleşi ve Soruşturmalar

Yusuf Aydın | Güven Adıgüzel ile Söyleşi

Yusuf Aydın, şair ve yazar Güven Adıgüzel'le şiir, edebiyat ve sinema bağlamında söyleşti: "Şiir ve daha genel olarak edebiyat, hayatımın temel ağırlık merkezini oluşturuyor. Kelimeler ve kitaplarla ördüğüm bir dünya bu. Benim açımdan edebiyattan sinemaya geçmek gibi bir durum yok. Aynı yerden başka bir dünyaya doğru bakıyorum sadece. "

Affan Fatih Öztürk’le “Levanna’nın Gülleri” Romanı Üzerine
Zeynep Yolcu | Elem Erk’le “İncinmeler Divanı” Üzerine Söyleşi
MAHİNUR ÇENETOĞLU İLE İLK KİTABI “AŞKIN ISTIRABI” ÜZERİNE
[sharethis-inline-buttons]

Yusuf Aydın | Güven Adıgüzel ile Söyleşi

Şiir ve sinemadan başlayalım istiyorum. Sinema da şiire benzer şekilde bir dil kurma çabasına sahip. Bir söyleşinizde “Sinema kocaman bir şiir evreni olarak bizim en etkili ‘ifade’ enstrümanımız olabilir.” diyorsunuz. Sizin açınızdan şiirden sinemaya geçiş değil de bir devamlılık mı bulunuyor?

Şiir ve daha genel olarak edebiyat, hayatımın temel ağırlık merkezini oluşturuyor. Kelimeler ve kitaplarla ördüğüm bir dünya bu. Benim açımdan edebiyattan sinemaya geçmek gibi bir durum yok. Aynı yerden başka bir dünyaya doğru bakıyorum sadece. Anlatıcı olmak parantezinde konuşulacak şeyler bunlar. Senaryo çok daha teknik bir metin evet, ama ben yine de kendi şarkımı söylemeye çalışıyorum. Devamlılık meselesine gelirsek, çok iddialı konuşmak istemem, anlatım biçimi bağlamında bir imkândan söz ediyorum sadece. Bu imkana talip olmayı kastediyorum. Sinema ve şiir, iki güçlü imge olarak karşımızda duruyor. Şiirdeki o derin, keskin, köklü ve sürekli genişleyen “anlam”ın sinemaya bakışımızı zenginleştirmesi ve anlatıcıya bir söyleyiş biçimi kazandırması gibi şeyler. Fazla teorik duruyor ama değil. Şiir duygusunu, en yüksek ifade biçimi olarak anlıyorum. Bir film hakkında düşünürken -üretim sürecini kastediyorum- şiirin varlığı ve imkanları bize yol gösterici olabilir. Devamlılık sözü çok iddialı, ruhundan bir parça taşıyabilirsem ne âlâ.

Güven Adıgüzel

Bir yerde Edebiyat penceresinden dünyaya bakarken, kamerayla da şiir yazılabilir’in mümkünlüğü üzerine düşünebiliriz.” diyorsunuz. İkisi arasında bağlantı kurmaya elverişli ve Türkiye odaklı bir sosyolojiyi içeren bir anlayış oluşturulabilir mi?  Görüntü bu sosyolojiden mi besleniyor? Ayrıca Kapan ve Obruk filmleri bu çerçeveden okunabilir mi?

Bu birlikteliği (edebiyat-sinema) Türkiye üzerinden okumak, meselenin oldukça geniş bir veçhede ele alınarak konuşulmasını da zorunlu kılacaktır. Bu dairenin içine ulusal sinema kavgası da dahildir, Metin Erksan, Kemal Tahir, Ayşe Şasa, Halit Refiğ, Vedat Türkali, Sinematek ve hatta Attila İlhan gibi şairler de dahildir. Türkiye’nin kültürel ve sosyolojik gerçeklerini tarihsel bir bağlam içinde anlatmaya başlayan ilk filmlerin sahneye çıkışının daha çok 1960’lı yılların hikayesi olduğunu biliyoruz. Türkiye fikri, edebiyatın merkezinden sinemaya doğru kanatlanırken, yapılan bu iş birliğinin o dönem için çok büyük bir anlamı vardı. Tahir’e göre tam önümüzde kök salmış bir sorun (Batılılaşma) yatıyordu aslında ve sinemayla cevap verilebilirdi bu duruma.

Batı/sol aydın tipinin dayattığı/baskıladığı şekilde değil, ele alınış biçimiyle Doğulu değerler üzerinden, işlev/ide olarak da toplumsal kültürün yaygın-köklü aktarımını sağlayabilmesi gibi idealleri içeren bir süreç. “Biz”e ait olmadığı savıyla irdelenen bir sanat türünün (sinema) zemini hakkında gerekli etüd çalışmaları yapılmış aslında. Buna böyle bakabiliriz. Peki bu tartışmalardan bugüne ne kaldı, sorusu hala kıymetli. Ayağımızı bastığımız zemin hakkında tartışılarak hazmedilmiş bir fikrimiz yoksa 2021 yılında ürettiğimiz sinemanın anlamı; beslendiği yer, değerler bağlamı ve çıkış noktasıyla yine aynı dayatılmış kısırlığın içindeki yerini alacaktır. Bundan kaçış yok. “Görüntü”nün beslendiği sosyoloji, yönetmen veya senaristin bakış açısıyla ilgili bir durumun toplam resmidir. Bakışınızı belirgin kılan şey her neyse, görüntünün anlamı da o “toplam”a doğru evrilir.

Kapan ve Obruk filmleri için, en azından senaryoları açısından söyleyebileceğim şey, tanımadığımız, ait olmadığımız, “biz”i içermeyen bir hikâyenin karikatürünün değil, mümkün bir Türkiye anlatısının peşindeyiz, eksik ve kusurlu olabilir yazdıklarımız. Ama niyetimiz, yola çıkış amacımız; “görüntü”nün estetik bir anlam üzerinden mutlaka buradan konuşmasıdır. Kurmacanın teknik yapısı ya da hikâyeyi sunma biçimleri hakkında tartışabiliriz ama “anlatı”nın konuştuğu yer mühim. Festival şablonunun ne olduğunu biliyoruz, sinemayı öyle bir şablon üzerinden anlamıyoruz. Burada evrensellik gibi buz bir zoka da var tabi. Evrensellik, müzik için söylenmiş en büyük palavra (world music, notaların dilsizliği v.s) olmakla birlikte sinema için de aynı hususiyeti taşıyor. Seni evrensellik diye çağırdıkları yer, bütüncüllük/duygudaşlık/ortak acı gibi masum bir çatı değil elbette, kendi aidiyetinden konuşmadıkça, kurgulanmış bir evrenselliğe yem olursun sadece.

Mustafa Akkad’ın son epik yönetmen olduğunu söylemiştiniz. Epik bir sinemayı kabullenmekle sinemada lirik geleneği ortaya çıkaran geçmiş arasında bir sınır var mıdır? Diğer bir deyişle niye Zenci Musa ya da Zenci Musa marjinal midir?

Sinema, tarih sahnesine çıktığı ilk günden beri bize reddedemeyeceğimiz bir teklif sunuyor. Bu yalnızca teknolojik ilerlemenin doğurduğu devasa bir kitlesel alakaya mazhar olmasıyla ilgili değil, bir sanatsal ifade biçiminin, toplumsal zihniyet inşasındaki rolünden, büyüleyici etkisiyle oluşturduğu dip dalgaya kadar uzanan bir süreci kapsıyor. Epik-Lirik, düşük bütçeli-dev prodüksiyonlu ya da gişe-sanat gibi ayrımlar üzerinden anlamayı kastetmiyorum sadece. Bu iki üretim biçimi, sinema tarihi boyunca birlikte varolmayı öğrendi zaten. İki tür için de aynı ahlakla bakılabilir görüntüye.

Akkad’ın son epik yönetmen olarak önemli bir yol açtığı ortada. Projelerini hazırladığı iki yeni epik filmini finanse edecek anlaşmayı yaptıktan sonra kaldığı otelde yanlışlıkla(!) bombalanmasını sıradan bir olay olarak görmedim hiçbir zaman. Ortadoğu sineması örneği üzerinden baktığımızda, belli bir tür üretime alan açıldığını görebiliyoruz. Batılı festivallerin seveceği, küçük, tatlı, minimal, şirin hikâyelerin tek temsil biçimi olarak kodlandığı ortada. Dönüştürücü gücü ve kitlesel yaygınlığıyla epik anlatının imkanları yeniden düşünülmelidir. Uzun film (sinema), son 10 yıldan beri form olarak görevini kısa anlatılara (dizi) devretmiş olsa da, ruh olarak epik anlatılara her daim ihtiyacımız var. Form değişebilir, sorun yok. Bugüne gelecek olursak, lirik geleneğin temsilcisi olarak festivaller için yapılan arthouse işleri, epik türü içinse Hollywood ya da plastik Hollywood taklidi yapımları görüyoruz daha çok. Buradan bir çıkış yok bize.

Evet, Zenci Musa. Çünkü kahramanlık dediğimiz müesseseyi, hayatını ortaya koyduğu bir düzlemde görev bilinciyle sırtlanarak onu sıradanlaştırmış bir adam. Bu temsilin hikayesi anlatılmalıdır. Hatta buna mecburuz. Çok uzağa gitmeden yalnızca yakın tarihimizde bile baştan aşağıya “sinematografik” hayatlar yaşamış onlarca örnek mevcut. Bu topraklara sinemayı getirerek onu kurumsallaştıran Enver Paşa’ya olan sinema filmi borcumuzu bile hala ödeyememişken bunları konuşmak ne kadar anlamlı bilmiyorum. Ama Zenci Musa gibi adamların her şartta uçları değil tam merkezi temsil ettiği kanısındayım. Evet maalesef elimiz armut topluyor şimdilik ama üzerlerine dökülen o ideolojik betonun farkındayız en azından.

Sanat türleri ve insana dair kaygılar ekseninde, her şeyin mekanik olduğu bir düzlemde gerçeğin bilgisi de estetize edilmiş bir tasvir anlamına gelir mi?

Endüstri toplumunda mutlak bilginin imkânı bahse konu o mekanikleşmeyi de içerecek şekilde daralıyor. Kabul etmekte zorlansak da, artık “sıradan” insanın sonuna geldiğimizi söylüyor bize modern dünya, “on-line” insanın doğuşuyla birlikte varoluşa dair soru(n)larımız başka bir düğüme doğru derinleşerek büyüyecek gibi görünüyor. Sorduğunuz bağlamdaki estetize etmeyi gösterilmek istenen olarak anlıyorum, güzel/leştirmek bunu tam olarak karşılamıyor çünkü. Estetiğin daha dar ve sanata içkin bir karşılığı var. Bir gerçeği, asıl taşıdığı anlamı örterek, onu talep edilen/istenen alan’a doğru sürüklemek nihayetinde estetize ederek öldürmektir. Burda gerçeğin bilgisinin sanatsal bir ifade biçimiyle saf karşılığını bulabilmesinin mümkünlüğü tartışmaya açık bir konu. Yaşadığımız çağda neyi-hangi formda gösterirsen göster, estetize etmiş yani onu bağlamından kopararak öldürmüş olursun, demek arayışlara ket vurur. Sanatçı yola çıkarken önce durduğu yeri tarif edip, ardından gerçeğin bilgisinden ne anladığını tanımlayarak nihai rotasını belirleyebilir. Son tahlilde kullandığımız her sanat formu bir yansıtmadır. Neyin, nasıl yansıdığı meselesi, sanatçının idrak eşiğiyle doğrudan ilgilidir.


Bazı şiir isimleriniz ve mısralarınız anlamı yerleşmiş kelime ya da öbekleri anlamdaki sabitliği dağıtan günlük ve modern davranış ya da durumlarla çoğaltıyor (Zeynep’ten Sonra 21. Yüzyıl). Bu dışa dönük kalma isteğinden mi ileri geliyor?

Güven Adıgüzel – Kararsızlar Dağıtıldıktan Sonra

Mazrufla ilgileniyoruz, evet bu içe dönük bir eylem, ama zarfın da oldukça yıkıcı bir etkisi var ve okurla ilk bağlantı atılan başlıkla kuruluyor. Benim zihnim biraz böyle çalışıyor zaten, önce köprünün adını bulup, sonrasında yola düşmek gibi şeyler. Başlığın zihni kışkırtmasını seviyorum ama son tahlilde “bütün”ü işaret etmesine ve toplam duyguyu içermesine de dikkat ederim. Klişeyi bozarak ona kendi anladığım biçimi giydirmeyi, günlük hayatın ezberlenmiş parolalarını tersine çevirmeyi ve yerleşik düzenin komutlarını yeniden üretmeyi son derece şairane buluyorum. Bu dışa dönük kalmayı da çağrıştırır elbette ama hayatla, sokakla, insanla kurulan cari irtibatın da tanımı sayılır. Ben böyle anlıyorum.

Konumuz bağlamında yurtdışındaki okur ve izleyiciyle bizdeki okur ve izleyici eğilimi arasında benzerlik olduğunu düşünüyor musunuz? Esere rağbet anlamında demek istiyorum.

Bu konuda elimde net bir veri olmadığı için söyleyeceğim şeyler sınırlı. Postmodern tüketiciyi konuşabiliriz en başta belki. Kültürel ürünler için uygulanan sistemli aynılaştırmayla birlikte, genel tüketim eğilimlerini belirleyen Netflix/Youtube/Spotify ve aynı işleve sahip onlarcası gibi, simgeleşmiş ikonlar dev bir küresel pazara çağırıyor artık müşterilerini. Tüm dünyada benzer bir sıkıştırma var. Fark, renk ve kendine özgülük kayboluyor. Yankı odalarına kapatılmayı, zenginlik-çeşitlilik-çok seslilik sanıyoruz sadece. E bu da yaşadığımız çağa pek yakışıyor doğrusu.

Türkiye dinamik nüfusuyla bu denkleme dahil bir ülke ve pazara entegre. Türkiye’nin ilerde ve geride olduğu konularla genel anlamda orta şekerli bir pozisyonda olduğu kanaatindeyim. Kitap ve sinemadaki kültürel tüketimi ele alırsak mesela; yıllık kitap üretiminde fena değiliz ama kitap genel toplumsal vasatta zaruri bir ihtiyaç olarak görülmüyor. Birçok Avrupa ülkesinin başaramadığı; yerli film için kesilen bilet sayısının yabancı filmlerden fazla olması, güzel ama tek bir türde üretilmiş kaba komedi filmleri izleniyor sadece. Durumlar karışık, kültürel varoluş diye bir şey var elbette, çoğu zaman kızgın, çoğu zaman ümitliyim.

Son olarak yeni bir film veya kitap hazırlığınız bulunuyor mu?

Senaryo çalışmalarım proje bazlı olarak devam ediyor. Bunun dışında şehir-yazar ilişkisi üzerine çalışıyorum, 40 şehir ve 40 yazardan oluşacak bir kitap tasarlıyorum. Sinema yazılarım kitaplaşacak, yeni bir müzik kitabı hazırlıyorum. Tek bir uzun şiirden oluşan şiir kitabım yarım haliyle bekliyor, kısa denemelerden oluşan bir kitap yolda. Doğrudan sinemaya yönelik olaraksa; Obruk filmi şu an finansman sürecinde.Ama elimizde iki uzun metraj belgesel var; Ataların Uykusu ve Ernesto’nun Cenneti, birinin çekimleri bitti, diğeri de bu ay başlayacak. Dostum Seyid Çolak’la birlikteyiz bu işlerde yine.

[sharethis-inline-buttons]

YORUM

WORDPRESS: 0