Zübeyde Andıç’ın “Kuşlar, Pıtraklar ve Tıraş Sandığı” Kitabına Dair

ANA SAYFAKitaplık

Zübeyde Andıç’ın “Kuşlar, Pıtraklar ve Tıraş Sandığı” Kitabına Dair

Hande İkbal, öykücü Zübeyde Andıç'ın geçtiğimiz günlerde Hece Yayınlarından çıkan öykü kitabı "Kuşlar, Pıtraklar ve Tıraş Sandığı" isimli öykü kitabını inceledi.

Şükran Varol Kır | Onuncu Ay Üzerine Yazdı
HER ÖLÜM VAKTİNDEN ÖNCE DEĞİL MİDİR?
50 SORUDA LOZAN KONFERANSI VE BARIŞ ANTLAŞMASI KİTABINA DAİR

SAY Kİ İNCE BİR OYADIR CÜMLELER

Hande ikbal

Hüzün ki en çok yakışandır bize, belki de en çok anladığımız diyor ya Hilmi Yavuz. Tam olarak böyle bir şey Zübeyde Andıç’ın ilk öykü kitabı Kuşlar, Pıtraklar ve Tıraş Sandığı.

Andıç’ı daha önce dergilerde yayınlanan öykü, deneme ve incelemeleriyle tanıdık ve nihayet ilk kitabı Ali Karaçalı editörlüğünde Hece Yayınları’ndan çıktı. O, senelerdir yazdığı öykü, deneme ve inceleme yazılarıyla tecrübesini günden güne geliştiren bir isim. İşte bu tecrübelerin toplamında da elimizdeki kitap çıkmış ortaya. Aceleye getirilmemiş, hissedilir bir özenle şiiri ve türküleri  kendine has yorumuyla öyle güzel giydirmiş ki öykülere, okuyanda sandıktan çıkmış ipekli kumaş hissi veriyor desem tuhaf kaçmaz herhalde. Zaten yazarın  bizzat kendi ifadesiyle de çantası hep şiir doludur.

Zübeyde Andıç, Kuşlar, Pıtraklar ve Tıraş Sandığı

Tiril tiril on altı öykü selamlıyor bizi kitapta. İşlemeleri yakasından eteğine kadar yayılmış, her biri hayatın başka bir desenini başka başka renklerle anlatır gibi öyküler. Northrop Frye, “Yazar ne seyredendir ne düş gören. Edebiyat hayatı yansıtmaz ama hayattan kaçtığını ya da el etek çektiğini de söyleyemeyiz. Edebiyat hayatı yutar.” der. Gerçekten de Kuşlar, Pıtraklar ve Tıraş Sandığı’nda hayatı yutmuş öyküler var. Her öykü, yaşamın akışında bir yanından yaralanmış gerçek karakterlerle örülü. Fakat okudukça ikna oluyoruz ki insanları hayatta zayıf kılan kimi yönler, aslında onları güçlendiren ve her şeye rağmen yaşamaya devam etmeye kudret bulduran sebeplerdir.

Öyküyü görebilmek hakkında Mehmet Kahraman’ın şöyle bir tespiti var: Yazar (sanatçı), diğerlerinin göremediğini gören kişidir. Hepimiz hikayelerle iç içe yaşarız ama bilinci hassaslaşmış biri onu fark edebilir. Zübeyde Andıç’ın sözü geçen hassas bilinçle hareket ettiğinin kanıtı gibidir fark etmeden geçtiğimiz olayları ele alışı. “görebilmek” eylemi ile “anlatabilmek” eylemi onun hikayelerinde kol koladır.

Öykülerindeki kişiler, bir yandan o çatışmaları aşmaya çalışırken bir yandan da yaşam karşısında konumlanma çabasındalar. Otistik bir çocuktan, takati kesik ihtiyara, umut dolu kuaför çırağından, birinci kişi anlatıcıya kadar “ben” olgusunu doğadan ayırt etmeden bütünlüklü olarak ele almış. Yazarın eli, sürekli kahramanlarının üzerinde. Onları yargılamıyor ve anlıyor, bizden de anlamamızı ister gibi onların en makul taleplerini bildiriyor. Sevmek, sevilmek, sevinmek ve hayata bir ucundan tutunmak.

Zübeyde Andıç

Öykülerde mekanlar hem her yer, hem hiçbir yer. Aslında hepimizin bildiği şehirlerin ücraları. Fakat anlatım öylesine zaman ve mekandan çıkıp insanların ruh hallerine geliyor ki odaklanabildiğiniz şey sadece o samimi iç hesaplaşma oluyor.

Öykülerin bir diğer özelliği ise belirsiz zamanlar kullanılışı. Mevsimler var, aylar var fakat belirli bir tarihe atıf yapmayan, her an herkesin başından geçebilecek zamansız öyküleri anlatıyor bize Andıç. Olaylardan ve mekanlardan çok durumların kişilerde uyandırdığı hisleri bazen hakim bakışla bazen kahramanın iç diyaloglarıyla okuyoruz.

Altı çizilesi bir çok cümle var kitapta elbet. Bize Sait Faik’i hatırlatıp onu selamlayan, kitabın son öyküsünde şöyle diyor yazar: “Aynı yaralara denk gelen öykülerde gezinirken hüznün yeni tonlarını keşfedersem yeni öyküler yazmak için çantamda taşıdığım defterimi çıkardım. Kelimelerimi topladım. Topladıktan sonra gönlüme yük olanları ayırdım. Söylemeseydim deli olacaktım: Ellerin elime değdiği zaman, ister ölüm olsun ister ayrılık.”  Tam yüreğime bir çivi çakıyor diyorum ki aynı  öykünün devamındageçen “tak” sesleri tanıdık geliyor. Ve hatırlıyorum o an, yazarın kaleminden hayli feyz aldığını düşündüğüm Abdullah Harmancı Hoca’nın Yüreğime Üç Çivi öyküsüyle yaptığı metinlerarasılığı tebessüm bırakıyor dudağımda ve kalbimde.  İki nahif kalemi böyle bir öyküde bir arada görmek ne hoş.

Zübeyde Andıç, seçtiği izleklerin dramatikliğini başka yazar ve şairlerin cümleleriyle hafifletmiş sanki. Özellikle Araf öyküsünde Sezai Karakoç’un köşe şiirinden başka, İlhan Berk, Cemal Süreya, Attila İlhan gibi şiirin lirizmini bize duyuran isimleri satırlarına konuk ederek zengin çağrışımlara kapı aralamış. Öykülerde katmanlar, sadece olay ve çatışmalarda değil, her bir kahramanın duygu dünyasında da yoğun olarak karşılıyor bizi. Empati gücü yüksek ifadeler adeta kendimizi onların yerine koymamızı sağlıyor .

Kuşlar Pıtraklar ve Tıraş Sandığı, yereli yerelle anlatan bir üslup aynı zamanda. Seçilen kimi kelimeler, kahramanların ortamlarını anlamamıza ve onları kafamızda dille de bütünlememize yardımcı oluyor. Kentli insan, endüstri toplumu ve modern keşmekeşler onun öykülerinde neredeyse yok gibi. Satırlarda kuşların, güvercinlerin, serçelerin uçuşması; menekşelerin, sakız sardunyaların, güllerin ve Tokat’ın Tekeli yaylasına özgü endemik bitki olan ve bir öyküsüne de adını veren “Tutça Çiçeği”nin yer bulması dikkat çekici. Her kurmaca, yazarından iz taşır denir ya kuşlar, çiçekler ve mevsimleri yazarın renkli ve doğacıl dünyasını yansıtan nahif ögeler olarak görüyoruz.

Zübeyde Andıç, öykülerinde unutulmuş şehirlerin unutulmuş insanlarını, insan yönleriyle, oldukları gibi hatırlatıyor okura . Artık neredeyse duymaz olduğumuz kelimeleri bir kahramanın “tavsamış adımları”nda, “pambuh gızım” diye seven nenenin hitabında, “dolukan” kahramanda kullanarak, bize o kentlerin dilini ve havasını yaşatıyor. Yazarın geçmişe ve geçmişlere duyduğu özlemi de görüyoruz sanki bu şekilde. Kendince ben bu zamana alışamadım mesajını verir mi bilmem. Ama kentli yaşamın ve hızlı zamanın uzağında ağır aksak akan nehir gibi duru görünüyor üslubu. Daha önce bahsettiğim o ince düşünceli, kahramanı adeta incitmekten korkan tavrıyla Bağ bozumu adlı öyküsünde yazar öyle bir oto sansür getirir ki kullandığı son derece yaratıcı ifadeyi de o inceliğin bir parçası olarak görüyorum. “Zngnmz bdl vrr skrmz fkrdndr, skrmz fkrdndr.” Başta anlamıyorsunuz ne demek istediğini, anladığınızda ise birkaç saniye nefesinizi tuttuğunuzu hissediyorsunuz. Yüzlerce yıldır Anadolu’nun susup içine atan, halini sessiz harflere yükleyerek o sessiz isyanların sesi oluyor. Öykünün en dramatik anını melankoliye dönüşmeden ustalıkla anlatabilmek belli bir birikimin sonucu diyor insan.

“Takma dişlerle bile olsa döke saça bir karpuz gevrekliğinde parçalanmış gülüşler yok; herkes gülüşünü de saklar oldu birbirinden.” diyor Andıç. Sahi biz neden gülüşümüzü saklar olduk diye hayata dair bir düşünce saplanıyor aniden kitabın arasına. “Türküsünü hiç bilmediği, bilmek istemediği şehre yerleşmek zorunda kalmak, kadının yarasını sürekli kanatıyordu.” Cümlesini okuyunca türküsünü hiç bilmediğimiz şehirlerde ne işimiz var diye kendine sormayan bulunur mu bilmem. Başka bir öyküde geçen “Umutlanmak hazin şey.” cümlesinden sonra uzun süre boşluğa bakıp umduğumuz şeylerin hazin sonlarını hatırlamadan edemiyoruz. Hasılı Andıç, hayata dair basit ama etkili söylemlerle okuyucuyu omuzlarından tutup şöyle bir silkeliyor.

Öykü sonlarında okuru zorlayan, şaşırtan, ee sonra ne oldu diye merak ettiren haller yok. “Azın ihtişamı göz kamaştırır” ifadesini bu bitişlere çok yakıştırdım. Öykü bitiminde kahramanla o anda, o duyguda kalıyoruz. Kahramanı anlıyor ve içimizden bir ah bee çekiyoruz. Öykülerin sonunda o kahraman, belirsizliğe açılan bir kapıdan süzülüp çıkıyor biz de arkasından bakakalıyoruz.

“Bir ormanda yol ikiye ayrıldı, ve ben
Ben gittim daha az geçilmişinden
Ve bütün farkı yaratan bu oldu işte”

Diyor ya Frost. İşte Zübeyde Andıç’ı diğerlerinden ayıran en önemli fark, toprağından doğan ruhu ve hisleri öykülere ince ince işlemesinde. Kâh bir duvar halısı kâh bir kanaviçe yastık kâh bir mekik oya sarı bir tülbendin kenarında. Ama illaki doğduğu ve beslendiği topraklara has desenlerle, ruhla ve üslupla.

YORUM

WORDPRESS: 0