ANA SAYFAKitaplık

Serap Yalçın Pamuk | Üç Kitap Bir Potpori

Serap Yalçın Pamuk "Üç Kitap Bir Potpori" adlı yazısıyla Edebiyat Daima'da.

Berna Karakaya | Küflü Hayatlar
Reşit Güngör Kalkan | Köpekleşen Düşünceler Karşısında “Köpekçe Düşünceler”
Güler Kalem | Adil Okay’ın “Tuhaf Buluşmalar Metrosu”

Serap Yalçın Pamuk | Üç Kitap Bir Potpori

[sharethis-inline-buttons]

Bir yazıya başlarken kurulacak ilk cümle o yazının kaderidir bazen. Ya devam eder ya da başlamadan nihayete erer. Benzer bir hali okumaya başlanacak kitaplar içinde yaşayabiliriz. Daha baştan öyle bir cümleye denk gelirizki ‘işte bu’ diyerek okumaya heyecanla başlar ya da sonraki okuma tat vermese de o ilk cümlenin hatırına devam ederiz.

Bazen de bir kitabı okurken başka bir kitaba geçer orada karşımıza çıkan bir cümle ve konu başka biriyle çağrışım yaptığı için tekrar bir başkasına geçerek potporik bir okuma gerçekleştiririz. İşte öyle bir okumanın sonunda ortaya çıkan üç kitabı birden değerlendirmeye almak istiyorum.

İMAJ HER ŞEY: GÖSTERİ TOPLUMU

“Çağımızın… tasviri nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih ettiğinden kuşku yoktur… Çağımız için kutsal olan tek şey yanılsama, kutsal olmayan tek şey ise hakikattir. Dahası, hakikat azaldıkça ve yanılsama çoğaldıkça çağımızın gözünde kutsal olanın değeri artar, öyle ki bu çağ açısından yanılsamanın had safhası, kutsal olanın da had safhasıdır.”

(Feuerbach, Hristiyanlığın Özü’nün ikinci baskısına önsöz)

Alıntısıyla başlar Guy Debort Gösteri Toplumuna. Ve  “Gösteri, felsefeyi gerçekleştirmez, gerçekliği felsefeleştirir. Spekülatif evrende değerini yitirmiş olan şey, herkesin somut hayatıdır” diye devam eder. 1967 yılında yazılmış olan Gösteri Toplumu, 68 kuşağının el kitabı niteliğindedir. Bir başkaldırı felsefesi veya yazarın gösteri toplumu olarak nitelendirdiği zamanlara tanımsal bir başkaldırıdır diyebiliriz belki eser için. Paris doğumlu yazarı filozof, Marksist, sinemacı ve yazar olarak tanıtır Wikipedia. II. Dünya Savaşı sonrasında Fransa’da kurulan Socialisme ou Barbarie (Sosyalizm ya da Barbarlık) isimli Marksist grubun üyesi ve lideri olmuştur. Oldukça radikal ve karamsar bir tablo çizen yazar, kitabı için daha sonra yazdığı ön sözde değiştirilecek tek bir cümle dahi görmediğini belirterek savında ne kadar iddialı olduğunu da vurgular. Yine ‘Gösteri Toplumu Üzerine Yorumlar’ isimli birinci kitaba ek sayılabilecek ikinci eserinde de içinde bulunduğumuz gösteri çağından kurtuluşun neredeyse imkânsızlığını dile getirir.

Kapitalizmin tüm toplumları yönetim farkı gözetmeksizin tek bir pazar haline getirdiğini ve liberal toplumlarda bunu “yaygın gösteri”, totaliter toplumlarda da “yoğun gösteri” biçiminde gerçekleştirdiğini ifade eder.  Artık yadsınan gerçeğin kendisidir. Ve bir şey ancak kendisi değilse ortaya çıkmasına izin verilir hale gelmiştir. Gölge bile gerçeğe ait değildir.

Felsefe dini kendi başına aşamamış ve Gösteri, dinsel yanılsamanın yeniden maddî yapılanması olmuştur. Böylece “Gösteri tekniği insanların kendilerinden kopmuş olan güçlerini yerleştirdikleri dinsel bulutları dağıtmamıştır: Onları sadece dünyevî bir temele yeniden bağlamıştır. Böylece, en dünyevî yaşam donuk ve nefes alınamaz hale gelmiştir. Artık yaşam mutlak reddini, sahte cennetini gökyüzüne havale etmeyip, bunları kendi içinde barındırmaktadır. Gösteri, insan güçlerinin ötede bir yerlere sürgün edilmesinin teknik anlamda gerçekleştirilmesidir; insanın içinde tamamlanan bir bölünmedir.”

İzledikçe daha az yaşayacağımızı,  ihtiyaç diye sunulan imajların içine gömüldükçe kendi varoluşumuzu ve arzularımızı anlamaktan da bir o kadar uzaklaşacağımızın altını çizer.  Oldukça karamsar ama bir o kadar da gerçekçidir ve aşamadığı alkol problemi yüzünden 1994 yılında intihar ederek yaşamına son vermiştir.

KARARLAR VE KARARSIZLIKLAR DAĞILINCA: RADİKAL ŞIKLARIN SAYIMI

Kitabın ismi oldukça dikkat çekici. Radikal şıklar ne olabilir derken bunun entelektüelleri, kitapta vurgulanan yeni dili sadeleştirme yasasına göre yapılan bir tanımlama olduğunu fark ediyoruz. Kitap ciddi bir eleştiri niteliği taşıyor. Sosyal medya(Facebook, Twitter) da dâhil olmak üzere tv, gazete ve sinemayı olduğu kadar, siyaseti, halkı ve entelektüelleri de bu eleştirinin içine alarak basit ama bir o kadar düşündürücü  ve kısa diyaloglarla süslenmiş, oldukça başarılı basit bir distopik kurgu sunuyor.

Yer İtalya. Bir gündüz kuşağı programında konuk olan Profesör Giovanni Prospero konuşmasına Spinoza’dan alıntı yaparak devam etmek istiyor. Lakin programın sunucusu tarafından halkın anlayamayacağı dilde konuşmak ve bilgi birikimiyle halkı aşağılamakla suçlanıyor. Kendini ifade etmesine izin verilmeyen Profesör, aynı günün akşamında evinin kapısında saldırıya uğruyor ve korkunç bir cinayete kurban gidiyor. Cesedi sabah kapıcı buluyor ve insanlar bu cinayeti Profesörün komşusunun attığı twitten öğreniyor. Twiti yeterli görmeyen hayırlı komşu, cesetle çekildiği bir selfiyi sosyal medyada paylaşıyor.

Babasının ölümünü haber alan Olivia, cenaze töreni için ülkesine dönüyor. Ama karşılaştığı yeni düzene alışmakta zorluk çekiyor. Dönüşünden kısa bir süre sonra iki saldırı daha gerçekleşiyor ve iki entelektüel daha hayatını kaybediyor. Bunun üzerine Muhalefetin konuyu meclis gündemine taşıması ile radikal şıkların sayımı adlı bir yasal düzenlemeyi gündeme getiriyor iktidar. Buna göre ülkede ne kadar radikal şık olarak nitelenen entelektüel varsa kayıt altına alınıp, onların korunması için harcanan paranın da yine radikal şıklardan tahsil edilmesine karar veriliyor. Böylece bir tarih müzesinin içine hapsedilen radikal şıklar çeşitli sanatsal gösterilerde bulunarak asıl yerlerini bulmuş ve hayatın içinden çıkarılmış oluyorlar.  Olivia ise hem gördükleriyle hem de babası ve babası gibi olanlarla da hesaplaşıyor iç dünyasında. Tanıdığı entelektüellerin hiç birinin Sokrates gibi olmadığını fark ediyor.

“Entelektüeller genelde tembel, açgözlü, rahatına düşkün ve kibirli kişilerdi. Kimseye dokunmuyorlar sözlerini söylemek için bir riske girmiyorlardı. Barışın hâkim olduğu, düşünmenin zararsız görüldüğü bir dönemde büyümüşlerdi. Onların zamanında en keskin kelimelerin bile bir ağırlığı, harekete geçirme gücü yoktu, çünkü artık harekete geçmeye gerek yoktu. Babası gibiler bir fikri ifade etmenin, bir gösteriye katılmanın, bir bildiriye imza atmanın masum kalabilmek için yeterli olduğuna kendilerini inandırmışlardı.”

Oysa gerçek bambaşkaydı. Halk çabucak sıkılıyor ve gösterilen hedefleri iki günde tüketiyor, botlar kimse fark etmeden denizlerde batıyor, bankalar sessiz sedasız iflas ediyordu. Yabancı işçiler köle gibi tarlalarda çalıştırılıyor, Google haritalar ile yapılan anlaşma sayesinde bu tarlalar görünmüyordu. Politikanın insan doğasındaki zaafları nasıl yönlendirdiğini sorumlu bakan şöyle açıklıyordu: “Çünkü duygular basit ve ilkeldir. Hileleri öğrenirseniz onları yönetebilirsiniz. Oysa düşünceler özgürdür; nereye isterlerse giderler ve işleri zorlaştırırlar. Mantığın olduğu yerde duyguları hesap etmek imkânsızlaşır.” Bununla birlikte “Akıllı olanların aptalların kendi kendine düşündüklerini sanacakları şeyler söylemeyi öğrenmesi gerekiyor.”

Toplumda biriken gerilim sonunda tarafları  savaşın eşiğine getiriyor ve  savaşı başlatan eylem bir entelektüelden değil, entelektüeller arasında yaşayan ama okumakla ve düşünmekle  arası pek de iyi olmayan birisinden geliyor. Ve hatıra Guy Debord’un şu cümlesini getiriyor:

“Tıpkı insanlara sahip olmak için can attıkları sahte malları sunması gibi, yerel devrimcilere de yanlış devrim modelleri sunar.”

Savaşta kelimeleri kimse dinlemez.  Karlar küller ve geçmiş her zaman yok edilebilir. Ve icat edilme nedenine uygun olarak savaştan sonra her şeye yeniden başlanabilir…

YUVA’YI HANGİ KUŞ YAPIYORDU: YUVA

Yuva Güney Koreli yazar Jung Yun’un ilk kitabı. Dili sade ve akıcı. Buna rağmen sindire dindire okunanlardan. Yun bizi, Amerika da  Amerikan rüyası olarak nitelenen bir hayatı gerçekleştirmiş göçmen bir ailenin yaşantısının içine dâhil ediyor.

Kyung başarılı bir akademisyen ve mucit olan Güney Koreli bir babanın ve hobisi dekorasyon olmanın dışında bir vasfı olmayan bir annenin çocuğu olarak büyür. İrlanda kökenli bir Amerikalı olan Gillian’la evlidir ve bir çocuk babasıdır. Babası Jin, kendisinin de hayalini kurduğu itibara ve paraya sahip biri olsa da hiçbir zaman olmasını istediği bir baba değildir. Annesi Mae de de bir annede aradığı sevgi ve şefkati hiçbir zaman bulamamıştır. Kendisi de bir akademisyen olmasına rağmen babasının yakaladığı (itibar ve parasal anlamda) başarıyı yakalayamamış borç içinde yüzen ve her geçen gün yaşadığı evi kaybetme korkusu yaşayan birine dönüşmüştür. Bir gün hiç ummadığı korkunç bir olayla karşılaşana dek…

Şehrin en gözde ve zengin mahallesinde gösterişli bir evde yaşayan anne ve babası bir saldırıya uğrar. Hırsızlık için Kyung’un anne ve babasının evine giren iki kardeşten biri yüksek dozda uyuşturucu almaktan dolayı aynı evde yaşamını yitirirken bir diğeri kaçmayı başarır. Uğradıkları saldırının fiziksel zararından çok ruhsal  zararıyla mücadele etmeye çalışan Jin Ve karısı Mae oğullarının evine yerleşir. Kötü bir çocukluk geçirmiş olan Kyung bu süre içerisinde ebeveynleriyle ve kendi ebeveynliğiyle yüzleşecektir. Jin oluşturduğu imajı kötü etkilediğini düşündüğü eşi Mae’ye yıllarca şiddet uygulamış, Mae’de aynı şiddeti oğlu Kyung’ da devam ettirmiştir. Mae içindeki yıkımı onarmak istercesine, kendini dekorasyon işlerine vermiş. Kyung da üniversiteye başladıktan sonra evi terketmiştir. Ve istediği son şey ailesiyle yeniden bir araya gelmektir. Lakin hayat bu kötü tecrübeyle onları tekrar bir çatının altında toplamış ve birbirleriyle yüzleşmeleri sonucunda geçmişle hesaplaşmalarını sağlamıştır. Belki de en can alıcı cümle kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında yer alan ” Bir ev ne zaman yuvaya dönüşür” sorusunun zihnimizde bulacağı karşılıktır…

İnsanoğlunu kadim zamanlardan beri meşgul eden ve Debord’unda kalın harflerle çizdiği ‘var olmak’ felsefesi, gelişen ve toplum üzerinde tam bir tahakküm kuran iktisadı kalkınmayla birlikte ‘sahip olma’ ya doğru evrildi. Şimdilerdeyse ‘ gibi görünmek’ olarak tezahür ediyor. Yuva’da karısına bir eş çocuğuna bir baba olmak yerine, kariyeri için çizdiği imaj’ın mükemmel görüntüsünü zedeleme ihtimalini bile şiddetle cezalandıran Jin, aslında tam da Debord’un bahsini yaptığı gösteri toplumunun tipik ferdini simgeliyor. Dışarıdaki imajı evdeki gerçeğinin üstünü örterken, büyüttüğü çocuk, kendi hakikatine yabancı ve huzursuz, hiç bir yere tam olarak kendini ait hissetmeyen bir tipoloji çiziyor. 

POTPORİNİN FİNALİ İÇİN BİRKAÇ SÖZ

Hepimizin çocukken oynadığı “aklından bir sayı tut” şeklinde bir oyun vardır. Muhatabımıza aklında tuttuğu sayının üstüne şu kadar ekle, şununla çarp, bununla böl, diye direktifler verir, en sonunda çıkan sonucu ilk tuttuğu sayıdan çıkartmasını isteyerek, aslında sonucunu bizim belirlediğimiz bir hakikatin ortasına bıraktığımızdan bahseder Radikal Şıkların Sayımı’ndaki bakan.

Üstelik bundan habersiz muhatabımızın hayret ve hayranlığını da kazanma bonusuyla birlikte.

Evet, gösterinin Debord’ un bile belkide tahminin üstünde bir levelini yaşadığımız şu zamanlarda, zihnimizi ne gibi ilizyon ve ilizyonistlerin işgal ve igdiş ettiğinden habersiz’ gibi görünmek’ için her yeni güne, gördüğümüzü sandığımız ama aslında görmediğimiz gerçeklerimizle uyanarak başlamanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyoruz. Ne diyordu Papi:

“İnsan ülkesinden ayrılabilir, kendi köklerinden kaçabilir belki, ama içine doğduğu ve yaşadığı zamandan kaçamaz.”

[sharethis-inline-buttons]

YORUM

WORDPRESS: 0