Merve Yurtsever | Kumsal

ANA SAYFAÖykü

Merve Yurtsever | Kumsal

Merve Yurtsever "Kumsal" adlı öyküsüyle Edebiyat Daima'da okurlarını selamlıyor.

Merve Yurtsever | Yol Ayrımı
Merve Yurtsever | Kendine Söyleyecek Çok Sözü Olmalı İnsanın
HER ÖLÜM VAKTİNDEN ÖNCE DEĞİL MİDİR?

Merve Yurtsever | Kumsal

Acıyı düşleyememekti belki en büyük sorun. Acıyı düşleyememek…

Acının ta kendisi olduğunu düşünürken, bunun tatlı günler olduğunu bilememek. Bilseydi yaşardı muhtemelen. Hayal kırıklığı, utanç, gülümsemek hepsini yaşardı tadına vararak. Sonuçta hepsinde bir lezzet vardır elbet. Şimdi bilemese de o bunları yaşarken bir hüsran havuzunda boğulduğunu hissediyordu. Her seferinde dirilip yeniden savruluyor, ağır çekimde düşüyor suya, çırpına çırpına boğuluyordu. Her boğuluşunda tükenen gücünü, kaldıramadığı kolunu hissediyordu.

Her sabah içtiği kahvesinin tadını bile alamamıştı o gün Kumsal. Boğulduğunu hissettiren duygularla, nefes bulmak umuduyla arşınladı yolları. Yürümek ferahlatmıyordu içini. Koşmak, koşmak kaybolmaktı arzusu. Yorgun düşen bacakları nihayet durunca etrafını fark edebildi. Alaylı bir gülüş bahşetti kendine. Ayakları adını taşıyan kumsala getirmişti onu yine. Kaçış yoktu. Nereye gidersen git kendinden kaçış yoktu.

Beterin beteri var derlermiş. O bunu daha yeni öğrendi. Birisi fısıldasaydı daha önce kulağına bu cümleyi, belki de acıyı düşleyebilir ve yaşadığının yeterince kötü olmadığını düşünebilirdi. Ve belki de hazırlıklı olurdu şimdilere.

Şimdiler… Şimdiler… Nasıl anlatılır ki bilinmezlikler… Bildiği tek şey birilerinin ona daha önce yaşadıklarının daha kötüsü olabileceği ihtimalini anlatmamış olmasıydı. Evet, tüm suçlu o birileriydi… Düşünceler kahkahalarla savrulup duvara çarpan sesi ardından kendi kahkahasından yankısının yüzüne vuruşu getirdi yine kendini kendine. Sahi kimdi o birileri? Birileri var mıydı ki onun etki alanında var olan?

O hep gürültülü dalgaların vurduğu sessiz kum taneleri gibiydi. Herkesin ayakları altında ezilen, üstünde tepinilendi. Dalgaların her çarpışında kendinden birkaç parçayı alıp götürüleniydi. Bu hayatın içindeki kalabalıkta görülmeyen yalnız sahildi adeta. Herkes denizin muhteşemliğini, onu çiğneyerek, ayakları altında ezerek anlatıp dururdu. O da acının en derinlerinde yaşadığını sanıp kahrolurdu. Yani birileri yoktu onun hayatında olmadı…

 Kum tanelerine kendini bırakışı yine kendinde soluklanabileceğinin idrakiydi. Uzandı öylece kumsal kumsalın üzerinde. Ne kadar zaman geçti? Ne kadar kendi içinde döndü durdu? Bilinmez. Üzerine düşen gölgenin verdiği serinlik hissiyle açtı gözlerini. Kendisine uzatılan sudan yudum, yudum akıttı içindeki sönmeyen ateşine. Derin bir soluktu sanki uzatılan elin sahibi. Adının rüzgâr oluşu da cezbetti kendisini.

Gülümseme sebebi oluverdi O Kumsal’ın. Bambaşka duygu selinde, bambaşka hayallerle doluydu artık Kumsal. Kot pantolonun rahatlığından vazgeçip, uçuş, uçuş eteklerle dolanışı, makyaj yapmayan kendisinin aynanın karşısında pembeleştirdiği dudaklarını seyre dalışı… Neyin kanıtıydı?  Her sabah yanına koşuşu, ona sarılınca hayat buluşu… Tüm duyguları derinlerde yaşayan Kumsal, Rüzgâr’ ı da en derinliklerine umutla kabul etti. Farklı bir dünyaydı adeta Kumsal’ın onunla yan yana gelişi. Saçına dokunuşu içini kavuruyor, ona olan muhtaçlığını artırıyor. Rüzgârın büyüsünde bir yaprak gibi heyecandan titreyişi dalından kopup kollarında kaybolma isteğini körüklüyor.  Bu yüzden bıraktı kendini üzerinde tatlı tatlı esen onu incitmeden ferahlatan rüzgârın kollarına. Tüm rızasıyla kapıldı tatlı rüzgârına. Hep böyle tatlı sandı. Aldatan yüzünü görüşü şimdilerde saklı. O zamanlar bambaşkaydı. Savrulmak istedi. Acımasızca kıyılarına vuran dalgalardan, parçalanışından, ayaklar altında kalmaktan, görünmez olmaktan kurtulmak, özgürlüğü vaat eden rüzgârın kollarında kaybolmak istedi.

Sevildiğini hissediyordu ilk defa. Ya yanında olmalıydı hep, ya sesini duymalı. Öyle duruyor ya karşısında. Eşsiz bir tabloyu seyre dalar gibi… Kumsal ‘ n içindeki alev patlaması, yanaklarına yansıyan kızıllığın tek sebebi. Bilmiyor ki ne yapsın. Elini nereye koysun.

Yetişiyor sevdiceği o anlarda… Avuçlarının arasına gömdüğü elleri buz gibi…

Gülüyor ya sıcacık… Dökülüyor dudaklarından.

Yanakların alev alev ellerin buzdağı, her halin davetin bir yanı… Sözlerinde can buluyor Kumsal’ın küskün her hali. Etrafı sevgi kalkanıyla çevrilmişte içinde müziğin bin bir tonu dans ediyor çepeçevre. Umuda dair ne kadar umutsuzluğu varsa hepsi yerle yeksan…

Sürükleniyor öylece duygularının büyüsünde peşi sıra… Her şeyden vazgeçiyor. Zaten zor olmuyor tüm geçmişini ardında bırakmak.  Yanında kalbinin ritmini değiştiren adamdan vazgeçemez ya… Gel diyor gidelim bir olalım… Nasıl karşı koysun ki?

Mutluluğa götürdüğünü sandığı ayakları hüzne yaklaştırdı adım adım… Bir haber… Onu okşaya okşaya götürdüğü sahilden geri dönemeyecek kadar uzaklaşması yetmişti rüzgârın da sert yüzünü göstermesi için. İlk şoku yaşaması çarpıldığı duvardan yere süzülüşüyleydi. Esti rüzgâr, sıkıştırdığı duvarlar arasından onu defalarca kaldırıp defalarca duvarlara vurdu. Tatlı rüzgârım deyip peşinden savrulduğu fırtınası olmuştu. Durulmayan yorulmayan dinmeyen fırtına.

Çınlayan kulakları duymuyordu da artık rüzgârın yaklaşan uğultusunu. Duysaydı kaçıp saklanırdı belki. Baygın düşen bedeninden akan kanlar önemli değildi belli ki rüzgâr için. Kanatmaya devam etmeye gelmişti. Demek ki…  Demek ki benim görevim kanamak. Usul, usul kanayayım, içten içe yanayım yine ama çırpınmadan kanayayım ki daha az sarsıcı olsun dedi. Kanamaya razı oluşlar dindirmedi ki rüzgârın şiddetini. Acı dediği günler ne tatlıymış meğer. Daha acısını düşleyebilseymiş eğer.

Şimdiler… Ne hâldeler… Darbelerden parlaklığı gitmiş kum taneleri, deniz dalgalarının onu yıkayıp parlattığı günlerin özlemindeler. Dalgaların onu dövdüğünü zannederken içinde sevgi barındırdığını, okşandığını bilmemişliğin pişmanlığı saklı. Şimdiler… Ana kucağını, baba sıcağını terk edişler… Geri dönmek isteyip dönemeyişler. Şimdiler… Denizin kollarına koşabilmek, güneşin altında yanmak isteyip cesaret edemeyişler.

Ah be Kumsal’ım. Kulaklarını tıkamasaydın dalgaların sesine, rüzgâra kanmak bu kadar kolay olmazdı belki de. Ne yapmalı şimdi rüzgârdan kaçmak mümkün mü ki? Denizden kaçmak ne kolaydı oysaki.  Rüzgârın şiddeti iliklerini titretti… Ne kaçacak yeri ne sığınacak deliği vardı. Kabullenişin mahzun yüzü sadece cama çevrildi. Karşı camda gördüğü gök kuşağının ona yansıyışı yanaklarından süzülen bir damla gözyaşıydı.

Gökkuşağı o an habercisi, kurtarıcısı olmuş da kumsal bilememişti. Bilseydi gülmeyi unutan dudakları ışıldar bir tebessüm bahşederdi ona ya, bilemedi. O rüzgârın ona çarpışlarından acı içinde kavrulmaktaydı o an. Ta ki kapının şiddetli vuruşlarının, rüzgârı dizginlediği zamana kadar. Siren sesleri eşliğinde esaretten kurtulduğu ana kadar. Hayal olduğu sanrısında bilincini kaybedip yere serilişinden kendine bir hastane odasında gelişine kadar.

Kendisini tatlı bir rüyanın içinde zannederken deniz kokusunun bu kadar gerçek olması normal miydi acaba? İçini ısıtan güneşin dokunuşları, gözünü açınca kaybolur muydu? Bu kadar derin hislerle rüyada olmadığını dilerken, mahcubiyet sardı tüm iliklerini. Bakacak yüzü var mıydı ki maviliklere?

Ne demeli, ne yapmalı? İkilemlerden artık sıyrılmalı diyen bir iç sesi vardı. Zaten mahkûmdan farksız olmadığı bilinci gerçeğe aralattı buğulanan gözlerini. Yorgun ruhu o an huzura yol aldı sanki. Umut sardı dört bir yanını. Ana kucağı baba sıcağı…

Şimdiler… Gerçeğe dönüşler… Şimdiler… Yaşamdaki güzellikleri fark edişler… Şimdiler… Denizin dalgalarının ona ferahlık sunduğunu bilişler… Şimdiler… Güneşin sıcacık sevgisini içinde hissedişler… Gelen insanların onu ezenler değil, güzelliğine eşlik edenler olduğunu bilişler. Şimdiler… Kıymet bilişler…

Arada çiselese de üstüne yağmur… O ardından çıkan gök kuşağına gülümseyerek bakıyor. Tüm renklerin sarılışına teslim oluyor…

YORUM

WORDPRESS: 2