Muhammet Erdevir | Siste Kerem: Yakın Şiir, Uzak Aslı

ANA SAYFAÖykü

Muhammet Erdevir | Siste Kerem: Yakın Şiir, Uzak Aslı

Muhammet Erdevir "Siste Kerem: Yakın Şiir, Uzak Aslı" adlı öyküsüyle Edebiyat Daima'da.

Muhammet Erdevir | Işıklı Pencere
Muhammet Erdevir | Kol Düğmeleri
Muhammet Erdevir | Kederbuselik

Muhammet Erdevir | Siste Kerem: Yakın Şiir, Uzak Aslı

Kaldırımdan iniyorum, boşluğu ve hiç değişmeyen o sokağı görüyorum. Çalıştığım kitapçıya adım attığım günden beri rutin bir hayatım var. Kitaplar kadar rutin: Beşte kalkıyorum. Altıya kadar kahvaltımı yapıp giyiniyorum. Sonra caddeye kadar yürüyüp dolmuş bekliyor, yarım saat kadar süren bir yolculuktan sonra dükkânın olduğu sokakta dolmuştan inip saat yedi olmadan kepenkleri açıyorum. Kitapçının önünü sulayıp süpürdükten sonra kahveden bir çay söylüyor, sigaramı yapıyor ve bekliyorum. Beklediğim müşteri değil, patronum değil, herhangi bir esnaf komşu değil. Başka biri, bambaşka biri…

Seni anlatan bir şiir yazmak mümkün değil. Bütün çiçeklerim solduktan sonra yağan bir yağmura ne anlatabilirim? Gözlerinin derinliği dalgalanıyor ne zaman karşılaşsak. Bardağında kahverengi ve yeşilin en güzel tonlarıyla boyanmış çiçekler. Sen tüm o çiçeklerden… Bekler sabahı yollar. Siste asılır lambası sokakların. Sen tüm o çiçeklerden daha güzel ve de uzaksın. Ve kelimeler Tanrı’m, kelimeler neden böyle birbirine dolaşır ve neden yasaktır bazı yakınlıklar? Unutmak için çok derine gömdüğüm ne çok şey varmış! Seni görünce ayan oldu. Saçlarının rüzgârını alınca dağıldı göğsümdeki çölün kumları. Yıkıntılarım bir bir açığa çıktı. Aşikâr oldum.

Kitapçı aslında küçük. Kırk beş belki elli metrekarelik bir yer. Kendine faydası olmayan eski bir apartmanın sokağa bakan cephesinde, ağır metal çerçevelere tutturulmuş bir camekânla dışarı açılan otuz yıllık bir iş yeri burası. Dükkânı Murtaza Amca işletiyor. Ardahanlı. Buraya askerlik için gelmiş, çarşı izinlerinde doğru düzgün kitap alıp okuyacağı bir kitapçı olmadığını görünce memleketteki üç beş varlığını satıp bu küçük dükkânı satın almış. Sonra da peyderpey doldurmuş kitapçının içini. “Gurbet Kitaphanesi”nin kuruluşu böyledir. Ama hikâyenin en güzel kısmı burası değil bence. Camekândaki çizimdir. İsmin tam altında gül dalına konmuş bir bülbül resmi çizili. Kitapçıdaki pek az şey değişir veya yenilenir ama Murtaza Amca, her yıl baharda eline boyasını ve fırçasını alıp kendi deyimiyle bülbülün makyajını yeniler. Onun nazarında memleketinin en büyük timsalidir gül dalındaki bülbül. Gül dalı kitapçı olsa gerek. Hiç şüphe yok ki bülbül de Murtaza Amca. Peki ben? Ben neresindeyim bu hikâyenin?

Kahverengi büyük bir masa… Masada kâğıtlar… Kâğıttan bir gül savrulmuş bir uca. Sana gerçek güller, gül bahçeleri, bahçıvanlar… Bahçıvanı ben olayım senin kurduğun bahçenin. Öyle gülzar, öyle lalezar, öyle çemenzar… Bir kupa çay, kupanın üzerinde çiçekler; yeşil, kahverengi. Pembe bir şişe, şişede su. Seninle aynı havayı paylaşabilsek de aynı suyu paylaşamayız. Başını öne eğmişsin, elinde kalem. Bir kalem ne kadar yakışabilirse bir kadının eline o sadelikte ilerliyor kâğıdın sinesinde. Kâğıdı gezdiriyorlar boşluğun ense kökünde. Her şey ne kadar da güzelliğe gebe. Nasıl da yanmalı Kerem kavuşamadıkça Aslı’sına ve sen nasıl da dönüşüyorsun yazarken Aslı’ya ve soruyorum aslı nedir, aslı nedir ve sen diyorsun ki kerem et, kerem et, Kerem… Kalem yazdıkça ben… Kalem yazdıkça sen… Biz olamayacak uzak ve mesut kuş cıvıltılarının hayaliyle birlikte açılıyor kapı. Büyüyü bozarlar hep. Canları sıkılan birileri çıkar ve daima bozulur sessizlik, dağılır sükûnetin altın esanslı havası. Bir daha böyle kapalı yazma!

Ben neredeyse on yıldır çalışıyorum Gurbet Kitaphanesinde. Neredeyse diyorum çünkü yılları, takvimleri, önemli zamanları saymak ve takip etmek gibi bir huyum olmadı hiç. Ustam da etmez. Hangi yıl doğmuş, askere ne zaman gelmiş, hatta kaç yıl askerlik yapmış, kitapçıyı hangi ne zaman açmış… Hiçbirini bilmez ve önemsemez. Onunla iyi anlaşmamızın sebeplerinden biri de bu olsa gerek. Fakat bir tarih var ki unutmam asla. Üç yıl önce bir şubat günü davet edildiği ama gitmek istemediği bir toplantıya beni gönderdi. Utanıp sıkılarak gittim çünkü sevmem böyle toplantıları. Üstelik çağrılan ben bile değilim, iğreti kalacağım orada. Yine de Murtaza Amca’yı reddedemedim ve gittim toplantıya. İşte her şey orada başladı. Onu gördüm. Toplantı masasında tam karşımda oturuyordu. Uzun saçlarını serbest bırakmıştı, omuzlarının iki yanından iki ırmak çağıldıyordu. Gözleri bir kara derin kuyu, baktıkça içine düşüyor ve düştükçe düşüyordum. O güne kadar hiçbir kadının gözünün içine doğru düzgün bakmamış olan ben, onu görünce kendimden geçmiş ve her şeyi unuturcasına gözlerine takılıp kalmıştım.

“Leyla… Ela gözlü bir çöl ahusu
Saçları bahtından daha siyahtır.”

Aslı, diyorum. Evrakın aslı, işin aslı, olayın aslı, meselenin aslı, gönülde Aslı, gönlün aslı. Bana mutsuzluk vereceğini biliyorum ve aslında istediğim tam da bu. Şaşırma, zira vereceğin mutsuzluk yalnızca bana özel olacak. Kimseyi benim kadar üzemeyeceksin ve ben kimseye senin kadar üzülmeyeceğim. Duran kalbe elektrik verirler. Atlatırsa ilk şoku… Atlatırsak ilk şoku… Küçücük bir ana sığdırabilirsem uzun mu uzun bir hayatı! Ne dersin? Ne istersin? Siste. Keremi sokak lambalarına astılar, öksürdün sen uzun uzun. Ciğerlerin avucuna dökülüverecekmiş gibi derinden öksürdün. Çaresiz kelebekleri okudum ve baktım buzda kayan ayakkabılara. Çıralar yanmadı hava soğuk. Kibritler söndü soğuktan. İkimizin zalimane bir sırrı olacak. Ruhuma bir bukağı takıp ateşe süreceğim onu. Hiç pişmeyeceği, her dem taze kalacağı bir ateşe. Ciğerini kartalların çiğnediği Prometheus. Bir avuç kül olmak yok bana sen var oldukça ve sen kalubeladan beri varsın kaderimin kesişme noktasında. Özlem iki hece bir ömür. Sen tüm rüyaları vuslata boyayan bakışlarınla gökyüzünü dolaşıyorsun. Ben yollarını arşınlıyorum harap olmuş şehirlerin.

Gözlerini gördüm, sesini duydum, iki adım atsam ulaşabileceğim bir mesafede, o kadar yakınındaydım. Adını söylediler, zihnime kazıdım. Parmak uçlarını izledim, ellerinin hareketlerini. Kalemi nasıl tuttuğunu, kaşlarını nasıl kaldırdığını, söylenenlere nasıl kulak verdiğini ve başının her hareketinde saçlarının nasıl dalgalandığını gördüm, bildim, öğrendim. Bütün dünya o saatten sonra sonsuz genişlik ve derinlikte bir ülkeden ibaret artık: onun gözlerinden. Yağmur olup yağan da o güneş olup doğan da. Hem kaçtığım hem muhtaç olduğum… Hem sarılmak için can atıp hem de asla dokunamayacağım. Çelişkilerim, hüsnüm, sevincim, kederim, bekleyişim, umudum, umutsuzluğum. Her şey tek bir seferde, tek bir görüşte mi bu noktaya geldi? Sessizlik… Sükût ikrardandır.

“Bir başka güzellik var kederinde
Bir başka âlem ki ruhunun yası
Sessiz incileşir kirpiklerinde.”*

İmgeleri nasıl anlatabilirim insanlara? Anlatmayalım. İkimizin sırrı olarak kalsın. Sırrımızda yanalım. Sevgili ve çok kıymetli, gönül yakıcı, can alıcı, ruh göçüren, kalp yeşerten; telefonda bekleniyorsunuz. Ama açmıyorsunuz telefonu. Tüm istekleri reddediyorsunuz fildişi kulenizde. Ulaşılmaz, erişilmez, çıkılmaz, fethedilmez bir kuleye hapsetmekte haklısınız kendinizi. Böylesi bir duruluk avam içine inemez, inerse yitirir Aslı’nı. Camı elmastan ayırmayı bilmeyen avama her şeyin Aslı’nı teslim etmek olmazdı elbet. Ve de olamaz. Senden kaçıp sana sığındım ben. Kendimi yollarda bırakıp eşiğine yüz sürmeye dünden razıydım. Ayıplamandan, azarlamandan, yanlışlardan korktum.

İşte ben her sabah kepenkleri açıp dükkânın önünü süpürdükten sonra, çayımı yudumlar ve onun bu sokaktan geçmesini beklerim. Murtaza Amca’yı tanıdığını biliyorum. Ola ki bir gün bu sokaktan geçer, hatta belki kitapçıya uğrar. Gurbet Kitaphanesi bir cennet bahçesine dönüşür. Ben içinde bahtiyar olurum. Olmasa da ne gam! Beklerim. Ben zaten bekliyorum. Daima beklerim.

*Dizeler, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Leyla” adlı şiirinden alınmıştır.

YORUM

WORDPRESS: 0