Jale Önder Darıcı | Görüp Bağıramadığımız Ne Varsa

ANA SAYFAKitaplık

Jale Önder Darıcı | Görüp Bağıramadığımız Ne Varsa

Jale Önder Darıcı, Fuat Sevimay'ın geçtiğimiz günlerde İthaki Yayınları'ndan çıkan öykü kitabı "Gör Bağır" üzerine yazdı.

Zübeyde Andıç’ın “Kuşlar, Pıtraklar ve Tıraş Sandığı” Kitabına Dair
RAYMOND CARVER’IN KATEDRAL’İNE DAİR
BİLEMEZSİN AYSEL: KADINI KADIN BİLİR GERİSİ YALAN BİLİR

Jale Önder Darıcı | Görüp Bağıramadığımız Ne Varsa

Fuat Sevimay “Gör Bağır” adlı öykü kitabına “Canıma can katan anneme” ithafı ile başlamış. O halde canımıza can katan tüm annelere gelsin yazılanlar okunanlar.

Öyle kitaplar vardır ki yayımlandıktan sonra yazarı bir kenarda durur ve olacakları seyreder. Kuyuya bir taş atar ve dalgaları izler. Gör Bağır, günümüz insanının eylemsizliğine, vurdumduymazlığına ve boşvermişliğine bir isyan bayrağı, okuduktan sonra dile gelen bir kitap oldu benim için. Yıktın perdeyi eyledin viran denir ya sahibine haber vermek için bu satırlar dökülmeye başladı kalemimden.

Dolap Beygiri adlı öykü ile başlayan bu yolculukta karşıma çıkanlardan utandım, kendimi kınadım. Bu satırları yazan müellif- ben oluyorum kendisi- dünyanın herhangi bir yerinde nefes alan, nefes veren ya da nefes olanlardan bihaber.  Öyküde bir çarkın dişleri arasında öğütülen fakat bundan habersiz insanlar var -ki yine biri de ben oluyorum- Yazar öyle bir girizgâh yapmış ki aklını kiraya vermeyen kaç kişi kaldıysa bu alemde, öykü bitince Güven’in üzerine düşen ve onu bir sinek gibi ezen amonyak tankının kapağını kendi üzerinde buluyor. Amonyak tankı kapağı tepemize inmeden aklımızın başımıza gelmeyeceği hatırı sayılır bir çoğunluğuz sonuçta. Öykünün neredeyse ilk üç sayfası tek bir cümleden ibaret. Neden, diye düşündüm. Neden tek cümle? Naçizane vardığım sonuç bu cümlede geçen bütün insanlar aslında biziz. Nokta ile ayrılamayacak büyük bir beden. Üç yüz tonluk kapağın Güven’i ezmesiyle adı Güven olan bir karakter, güvenilmez olan çarka sunulan kurbanlardan biri oldu. Sıradaki kurban ben olabilirim, sen olabilirsin. Dolap beygiri durmuyor çünkü. “Kimi yazınsal bezirganlarımız sakallarını sıvazlayarak edebiyatta anlatacak konu kalmadığını savunurken…” ifadesi ile yazar, konu sıkıntısı çeken muharrirlere okkalı bir tokat aşkediyor. Sözden teşekkül tokatlar da epey yüz kızartıyor. Tabii anlayana… Dolap beygiri dönmeye devam ediyor. Çarkın dişleri arasında muhteris ruhlar kanlı dikenleri çiğnemekte. Biz kasabın bıçağını yalayan koyunlar oldukça bu dolap hep döner, bu beygir hiç durmaz. Hanzala’nın  sırtı hep bize dönük -yüzünü görsek bakacak yüzümüz yok zaten- Velhasıl Fuat Sevimay söylemiş, bakalım kimler neler dinlemiş.

Fuat Sevimay - Vikipedi
Fuat Sevimay, son kitabı “Gör Bağır”daki öyküleriyle ses getirdi.

İkinci öykümüzün adı E.   Emel’in E’si de olabilir, FEB Bankası’nın E’si de ya da buğulu bir cama çizilen kalp ve içinde kocaman bir E de olabilir. Buğulu cam görüp de kalp çizen ve içine o büyülü harfleri yazan kaç kişi kaldık dünyada? Gerçi ben buğulu olan her yere kendi adımı yazıyorum.

Türk filmi tadında ilerleyen bir öykü bu. Mahallenin bıçkın delikanlısı mahalleye yeni taşınan güzel kıza âşık olur ve arkadaşları kıza açılması için ona yardım ederler. İlan-ı aşk için banka tabelası sökme ve FEB’ i “E kalp Ben”e dönüştürme fikri Fuat Sevimay’dan başkasının aklına gelir miydi bilmiyorum. Öyküyü İzzet Günay modundan çıkaran mevzular da var. Hem de derin mevzular. Karantina günleri, birkaç saat öncesinde belli olan sokağa çıkma yasağı, deniz kumu ile inşaat diken müteahhitler, bankaların ihtiyaç kredisi ayağına kurduğu sömürü düzeni, bekçilik müessesesinin son hali, hamaset tüccarlığı, adaletsizlikler, ayağa takılan elektronik kelepçe ile ev hapsi verilenler… bir öyküye bunlar nasıl sığar mı diyorsunuz. Daha neler neler var da kalem de bir yere kadar yazabiliyor. Ferdi, Salih ve kahramanımızı okurken herkes kendinden bir şeyler bulacaktır. Olmadı sokaktan geçen Hacı Murat’a kulak verir, gecenin şarkısını dinleriz. Tabelaya ne mi oldu? İpucu vereyim: 60 derecede dünyanın kirini temizliyor. Aşağısı kurtarmaz çünkü.

Fuat Sevimay on Twitter: "Lafı eğip bükmeden bağırmak gerek 😊" / Twitter
Fuat Sevimay’ın son öykü kitabı Gör Bağır, İthaki Yayıları’ndan çıktı.

Suriye Pasajı, yitip giden hayatlara bir dokunuş öyküsü. İnsanın evinden, yurdundan hatta ğöğünden koparılıp yabancı ülkelerde sığınmacı olması kalemi kâğıdı utandırıyor. “Gitse ya bunlar ülkelerine” dediğimiz belki milyonlarca göçmenden biri öykü kahramanımız. Savaşın savurduğu nice candan biri. Halep’ten kopup bize sığınan, İstanbul’da hayata tutunmaya çalışan gencecik bir kadın var bu satırlarda. Koca kentte sesini arıyor. Ahmet’in yani kocasının Hama’da, niye çıktığını belki de hiç anlayamayacağı bir savaşta parçalanmış yüzüne o utanmadan bakabilir. Peki biz Ahmet’in emanetine sahip çıkamayarak mahşer günü o yüze bakabilecek miyiz? Fırat’ın sularına karışıp giden o küçük kızın tokalarından da mı utanmayacağız? Mülteci kelimesinin anlamı “gördüğün yerde küfret, def olsun gitsinler mi” bazılarının sözlüğünde. İnsan hiç tanımadığı birine kin tutar mı, ateş eder mi, galiz küfürlerle incitip dünyayı dar eder mi? İnsansa etmez, etmemeli.

“İnsanoğlu güzelliğe böylesine hayran kalabiliyorsa bu savaş ne, bu birbirlerini yeme, aşağılama, bu akan suya, uçan kuşa, yaprağın üstüne konmuş kelebeğe düşmanlık niye?” diye soruyor Yaşar Kemal “Karıncanın Su İçtiği” adlı eserinde. Cevabını bilenimiz var mı?

Bazen Garson, kentin en şık balık restoranında yemeğe çıkan bir çift üzerinden insanlık mesajı veriyor. Çift dediysem lafın gelişi. Güzel bir kadını ayartma projesinin ilk adımını atan çapkın genel müdür, iş yerinde başarılı olduğu projelerine yeni artılar koyma peşinde. Bir yemek ile güzel ve akıllı bir kadın av olur mu? Bilemem, belki de olur.  Avcı mahir, av dünden razıysa. Peki garson bu öykünün neresinde? Her yerinde. Bütün satırların altında, üstünde hatta ortasında ölü balık gözleriyle bize bakıyor. Papyonu ile dalga geçilen, masadaki peçetelik kadar değer verilmeyen haliyle “dünyada ben de varım” diyor. Duyan var mı o ayrı mesele. Garsonlara iltifat eden, gözlerine bakıp iki çift laf ederek yorgunluklarını anladığını hissettiren insanlar bir kat daha büyüyor gözümde. Bazen garson bazen resepsiyon görevlisi bazen tezgahtar ama hep insan, unutma, hep insan.

Fuat Sevimay: Benim açımdan edebiyat sığınak değil, mevzidir
Fuat Sevimay, son yıllarda James Joyce çevirileri ile de çok beğenilmekteydi.

 İyi Kötü Çirkin, kitapta üç cümlelik yer tutan fakat insanlık tarihi olarak gördüğüm bir öykü.

 “Anne şu karşı evdekiler ne kötü insan değil mi? Keşke evlerinde yangın çıksa ve babam koşup o çirkin kızı kurtarsa. Ancak o zaman bizim ne kadar iyi olduğumuzu anlarlardı işte.”  Öykü bu kadar. İnsanlık üzerine ciltler dolusu kitaplar okusam bu öykünün verdiği mesaj kadar etkilenmezdim herhalde. Kim iyi, kim kötü, kim çirkin, kim güzel?  Her ne halde ve neredeyseniz durun bir dakika, sadece bir dakika ve düşünün. Ben düşündüm. Kutsal kitapların vermek istediği bütün insani ve ahlaki öğütleri bu cümlelerde gördüm. Sizler neler düşünürsünüz bilemiyorum.

 Birincisi, I Dünya Savaşı’nın çıkış sebebi olarak gösterilen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu velihat prensine düzenlenen suikastin bir gece öncesini anlatıyor. Gavrilo, eline silah tutuşturulan ve milletinin kurtuluşu senin elinde diye hamasi cümlelerle doldurulan Sırp genci. Tarih kitaplarının birkaç cümle ile anlattığı bu olay milyonları savaşa sürükleyen bir tufanın ilk esintisiydi, kıvılcımdı. Bir kıvılcım tek başına yeterli olur mu arka planda yanacakları yığın yapanlar olmadıktan sonra. Olayların bize anlatılan kısmının perde arkasını, kurgu bile olsa “ya evet acaba bir gece önce ne olmuştu” diye düşündüren, tarihe soğuk ifadelerden ziyade ruh katarak baktıran etkileyici bir öykü okudum. Yazar anlatıcı, bir asırdan fazla zaman geçmiş bir olayı nisyanın ağından kurtarıp bize anlatırken “bu böyle oldu” demiyor elbette ki. Böyle olmuş da olabilir, diyor. Kurmaca evrenin özgürlüğü de burada. Gavrilo’nun camdaki buğuya çizdiği kuş, su oldu, eridi gitti. O kuş camda kalsaydı belki de o kurşun atılmayacaktı.

Hurda Franco, İspanya tarihine bir göz attığımız öykü.  Francisco Franco Bahamonde, İspanya İç Savaşı’nda milliyetçi güçlere önderlik eden İspanyol general ve devlet adamı. İç savaşın ardından da ülkeyi 36 yıl diktatörlükle yönetmiş. 1975’te ölen Franco, son faşist diktatör olarak tarihe geçmiş. 2019’un son aylarında İspanya hükümetinin Franco’nun anıt mezarını kaldırdığına ve naaşının taşındığına dair bir haberle karşılaşıyorum. Ülkede heykelleri de peyderpey kaldırılmış. Son heykelinin de kaldırılmasıyla İspanya’da Franco adı silinmiş. Tarihle bir hesaplaşma er ya da geç gerçekleşiyor demek ki. Öyküde olaylar Franco’nun heykelinin yıkıldığı günlerde geçiyor. Santa ve babası üzerinden gelişen olaylar baba- oğul çatışmasını da çok etkili bir şekilde vermiş. Etkili kelimesi yetersiz kalır çarpıcı yönleri de var çünkü. Babalar ve oğullar birbirlerini ne kadar tanıyabilirler? Bize babandan bahset deseler taş çatlasa iki şey söyleyebilir, deyip üç şey söylenmesi yine aynı şekilde öykünün sonunda Santa’nın “babam hakkında iki şey söyleyebilirim” deyip üç şey söylemesi, birbirine hem uzak hem çok yakın olan baba ve oğulları ince bir zekâ ile anlatıyor. Olaylar sanki Anadolu’da bir küçük kentte geçiyor gibi. Bize yakın ev halleri, futbol tutkusu, işinden çıkarılan maden işçisi bir baba, işsiz gezip babasının gözüne batan yirmi yaşlarında bir genç, İç Savaş’ta Santa’nın babasının doğduğu gün bombardımandan sağ çıkamayan bir dede, dededen babaya ve oradan Santa’ya geçen 1,62 boy ve bunun Santa üzerinde öykü boyunca hissedilen ezikliği… Kitaptaki öyküler için son zamanlarda okuduğum en etkili öyküler desem doğru olur. Ülke meselelerine, dünyada olup bitmişlere ve olup bitmekte olanlara gözünü kapatmayan kaç metin okuyoruz, kaç yazar tanıyoruz? Arada kalmış bir kentin arada kalmış insanları sadece İspanya’nın Oviedo şehrinde değil ki dünyanın herhangi bir yerindeki bir annenin de derdi bizimkiyle ortak. Öykünün sonuna doğru Santa’nın, dedesinin öldürüldüğü kiliseye gidip anısını yaşatma çabası baba oğul arasında anlamlı bir yakınlaşma sağlıyor. Diktatörlük, İspanya tarihi, futbolun kitleleri coşturma potansiyeli, fiziksel bazı özelliklerin psikoloji üzerindeki anlamak için incelik gerektiren etkisi… Neler, neler var bu öyküde.

Sonunardı, doğanın intikamını anlatan distopik bir öykü. Kahramanlarımız aynı şirkette çalışan dört genç. Mesut, Enes, Mert ve Kutay. Öyküde bu isimlerin okuyucuya hemen sunulmaması, bir bulmaca çözer gibi şifreli olarak belli özelliklerinden yola çıkılarak bulunuyor olması, yazarın kıvrak zekâsına bir kez daha hayran bırakıyor insanı. Metrokentte işe gitmeden önce bir kahve içimlik zaman yaratıp sonra istasyona geliyorlar. Marmaray’da olduklarını anlıyoruz. Bu arada betimlemeler o kadar gerçekçi ki dört arkadaşın yanında bir beşinci gibi olayları rahatlıkla görüyoruz. Tren hareket ettikten bir müddet sonra birden duruyor. Korku, telaş, belirsizlik içinde kalıyorlar. Etraf karanlık. Telefon ışıklarıyla bakabildikleri kadarıyla biraz önce tıklım tıklım olan tren şimdi bomboş, içerde kimsecikler yok. İnip tünelde ilerlemeye başlayınca bir tuhaflık olduğunu da anlıyorlar. Yer altından yer üstüne çıktıklarında durum daha da vahimleşiyor. Her taraf harabe, bütün binalar yerle yeksan olmuş. Sadece Hipodrom kalmış ayakta ve oradan sesler geliyor. Bu olanların sebebini yavaş yavaş anlamaya başlıyoruz. Bitkiler üzerinde genetik çalışmalar yapılırken hesapta olmayan işler gerçekleşmiş.  Genetik çalışmayı yapan kadının anlatımı ile olayları öğreniyoruz. Daha fazla ürün almak için bitkilerin genetiği ile oynayan kadın, bitkilerin duygularını yapay zekaya yüklüyor ve yapay zekâ bitkilerin duygusuyla tanışınca kadını ele geçiriyor. Zekâsı insan, duygusu bitki olan kadın, insan ile doğa arasında bir seçim yapıp doğayı tercih ediyor. Ve sonunardına yolculuk başlıyor. Milyonlarca yıldır tahrip edilen doğa için intikam vakti. Peki bizim dört gencin bu öyküde rolü ne?  Hipodromda vahşileşmiş, intikam hırsının gözlerini görmez ettiği bitkiler ve şekilleri birbirine karışmış hayvanlar arasından ölmeden sıyrılıp kadına ulaşırlarsa insan nesli tekrar var olabilecek. Ama doğanın intikamına engel olmak kolay değil. Öykünün sonunda Kutay -bu aralar ava merak salan Kutay- bitişe on metre kala avlanan bütün hayvanların adına son Anadolu parsının atasını arkasında görüyor. Ah insanlık, kendi elinle sonunu hazırladın ve hala aklın başına gelmedi. Faruk Duman’ın “Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur” romanı da bu öyküde bize göz kırpıyor.

Nassaulu İsa, kitabın son ve yine balyoz etkili öyküsü.

“İsa; Nassau’nun köşesinde, elinde karton kahve bardağı, üzerinde lacileriyle oturuyor.”

Öykünün ilk cümlesi bu. Okuduğumuz ilk anda bizlere neler düşündürüyor? Gayet giyimli kuşamlı bir adam yani İsa -kesin bilgi değil adının İsa olduğu hatta yazar kesinlikle İsa olamaz diyor- Dublin’de Trinity Üniversitesinin sırtını verdiği Nassau Caddesi’nin köşesinde elinde de karton kahve bardağıyla bir güzel oturuyor. Belki üniversitede hoca belki de öğrenci. Sabah kahvesini içip birazdan derse yetişmeye çalışacak. Lacileri de çekmiş maşallah, iki dirhem bir çekirdek. Yalnız madalyonun öteki yüzü hiç de öyle demiyor. Adı İsa olmayan İsa, işinden çıkarılıp ardından evinden de çıkarılınca bizlerin evsizler dediği ama anlamını tam olarak hiçbir zaman bilemeyeceği güruhtan. Hani böyle bizden uzak olanlar için güruh kelimesini kullanırız ya işte tam da o kısma giriyor. Bir kurumun amblemini taşıyan lacivert yorganına sarılmış, elinde boş kahve bardağı ile bekliyor. Beş on sent veren olursa en azından açtıktan ölmez. Peki biz bu arada neler yapıyoruz bir bakalım. Ben sıcak bir odada elimde kalem, yanımda kahvem İsa’yı yazıyorum, utanmadan hem de. Ya sizler?

“Ama değişmeyen bir şey var ki İsa, gündüz ve gece sokaklarda. Çünkü İsa evsiz. Meryem, Musa ve Muhammed de.” Golgota Tepesi’nde çarmıha gerilen İsa, babasız çocuk doğurdu diye halkı tarafından kınanan Meryem, Firavun’un zalimliği ile mücadele eden Musa ve öksüz yetim Muhammed. Hangisine dünya ev oldu da rahat bir nefes aldılar? Hangisi saraylarda, köşklerde sefa sürdü, saltanat yaşadı? Ben susuyorum artık. İsalara yar olmayan dünya bana mı yar olacak? Öykünün sonunda İsa, oturduğu yerden ayaklandı, üzerimize doğru yürüyor. Görmezden gelinecek yanı kalmadı bu işin. Görün ve bağırın artık tüm yenilmişler adına. Ya da boş verin ve kaçın kaçabildiğiniz yere kadar.

YORUM

WORDPRESS: 0