Zeynep Akyol Yazdı | Yüksek Hakikatlerin Hikâyesi: Bu Böyledir

ANA SAYFAKitaplık

Zeynep Akyol Yazdı | Yüksek Hakikatlerin Hikâyesi: Bu Böyledir

Zeynep Akyol, Mustafa Kutlu'nun Bu Böyledir'ine dair yazdığı inceleme yazısıyla edebiyatdaima.com'da.

Merve Yurtsever | Kendine Söyleyecek Çok Sözü Olmalı İnsanın
Şükran Varol Kır | Zerrin Saral’ın Küçük Kırık Çizgiler’i
KENDİMİZE SÖYLEYEMEYECEĞİMİZ GERÇEKLER: KENDİMİZ HAKKINDA BAZI YALANLAR

Yüksek Hakikatlerin Hikâyesi: Bu Böyledir

Zeynep Akyol

Mustafa Kutlu’nun 1987’de Dergâh Yayınları tarafından yayımlanan hikâye kitabı “Bu Böyledir”, kitap kapağında okurunu hüsnühatla yazılmış üç zat-ı muhteremin kol kola girmiş tasviriyle karşılar. Hiç, hiç, hiç… Bahse konu olanın önemsiz, değersiz kimse anlamındaki isim olmadığı, görünmeyen bir yokluktan söz edileceği böylece okura sezdirilir.

Yazarın hikâyeciliği incelendiğinde eserin, geleneksel üsluptan gelerek kendi dilini bulduğu ikinci döneminin hasadı olduğu görülür. Cümle sonlarındaki kafiyeler ile ahenk unsuru oluşur. Metin kendini okutur.

“Geçtim şarkıların ortasından, cami şadırvanından, vakıf talebe yurtlarından. Yeni bir gömlek giyemedim.” syf.13

Kitaba adını da veren ilk öykü ile birlikte sekiz öyküden oluşan eser bir bütünden teşekkül olsa da her hikâye ayrıca birbirinden bağımsız okunabilir. “Bu Böyledir, Bahtımın Yıldızı, Süleyman’ın Seçimi, Red Cephesi, Manifatura, Kahkaha Çiçeği, Su Sesi, Son” isimlerini alan hikâyeler, içeriği kadar kendilerine verilen isimler ile de anlam yükü hayli fazla ve vurucudur.

Kutlu’nun sinematografik bir anlatımla kaleme aldığı öykülerinden ilki Bu Böyledir’de kamera açısı kitabın ana karakter koltuğunda oturan Süleyman’ın arkasındadır. Ancak baba-kız diyalogları kenara koyulursa sessiz bir filmin okuması yapıldığı görülür. Çünkü mikrofon çok derinlerde, içte bir sese tutulmuştur. Süleyman’ın babasının biricik oğlu sıfatını kaybederek orada burada harcanmasın diye iş yanına verilişinden, muhasebeci yanında o gün bugündür sıktığı dişinin aralarından geçerek memuriyetine kadar ki yolculuğuna bu ses ile varılır.

“Hâlbuki ben babamın biricik oğlu olmuştum. Yine de çırak olmuştum. Yorgancılık fena meslek değildi. Başını önüne eğmesene, eğme dedim, kamburun çıkar. Güler öğretmen başımı okşardı, arkadaşlarıma örnek olsun diye yaptığım ödevleri, çizdiğim resimleri gösterirdi.

Sen de iş var.

Yok canım düpedüz harcanıyor bu çocuk. Elinden bir tutan olsa, zavallı yetim.

Ah n’olsaydı n’olsaydı da harcanmasaydım. Bozuk para mıyım ben. Ha, söyle bakalım, sen benim kronolojimi biliyor musun?” syf.14

Hikâyenin alegorik sunumu içinde gerçek manası ve oluştuğu iklim ile birlikte metaforlaşan kavramlardan yararlanılır. Bunlardan en büyüğü ve diğerlerine de ebelik yapan, lunaparktır. Süleyman ailesine televizyon seyretmekten daha iyi bir alternatif olarak gördüğü, kızının elinden tutup geldiği lunaparkta insanların dönme dolaplardan aşağılara nasıl hakir baktıklarını, hayvani yanlarını sirk çadırlarında sergileyişlerini, hayatlarında kontrol edemedikleri oyuncakları, çarpışan insanların çığlıkları ve kahkahaları arasında kendine döner, sıkışır. En çok tavşana canı sıkılır, sırıtan tavşana. Umursamadan hedefini vuran adamın yanında atıp atıp vuramayışı karşısında yenilgisini yazana kızar.

“Hep yenildiğimi yazdın. Oysa zaferlerle dolu tarihimiz.” Syf.8

Süleyman, lunaparkın bozkıra özgü olmayan yabancı ışıkları altında özüne yabancı ilerleyişinden rahatsız ama daha çok aşamadığı duvarlara ve skor tablosunda artan mağlubiyet sayısına odaklanmıştır.

 “Bırak şimdi, önemli olan şu tavşanı devirmek. Çığlıklara, İspanyol eteğinde kayar gibi alçalıp yükselen kahkahalara karışmak. Kiracılıktan kurtulup ev sahibi olmak. Zinnure’ye bir yatak odası takımı almak.”

Yazar kalemini, gözlerini meyve ağaçları arasındaki evinden karşı konağın kanatlı kapısında gezdiren kıza verir: Zinnure. Eline kalemi alıp etekleri uçuş uçuş, parmak uçlarında yürüyerek heyecanına ortak eder okuyanı. O kendi hikâyesini yazadururken bahtını eller yazmıştır. Zinnure’nin anlatımı, radyo tiyatrosundaki havlayan köpekler, açılıp kapandığından şüphe etmediğimiz kapılar gibi gerçek ve hayatın ta kendisi olarak ortaya konulmuştur. Bahtımın Yıldızı; anlatım tekniği, verilen duygular, keskin gözlem unsurunu barındıran metni ile gerçek yazarının ancak bir kadın olabileceği hissini uyandırmaktadır.

“Koşuyorum.

Hep koştum.

Su arklarından atlayarak, yaban üzümlerine bulaşarak, elimi, ayağımı, ısırganlara dalatarak, yüreğimi gümbürdetip koştum.

Rauf beylerin konağına; konağın odalarına, sofalarına…” syf.20

Yazarımızın, okurunu üçüncü nefeste getirdiği durak; “Süleyman’ın Seçimi”. Süleyman’ın mağlubiyeti, keşkeleri hatta dışarıdan alkış alan ama içeriden kendini kemiren tercihleri… Keşkeler, lunaparkta genç irisi oğlanların birbirleri arasındaki güç gösterme hengâmelerinde, dönüp duran ibrede gösterilir. Kitaptaki diyalog sıklığı bu hikâye ile birlikte artış gösterir, film hızlanır. Süleyman’ın mağlubiyet şampiyonasında kupayı kaldırmasında hayli emeği geçen felsefe öğretmenine rastlanılır. Tercihi ile hayatının piyangosunu çeker. Piyangoyu kazanana “her şey vardır ama her şey” ama o bir çift göze gözleri değince bağlarını çözüp atmak ister.

“Anladım, bir süre oynadım, başımı önüme eğip kızardım, sonra çekip çıkardım mereti.

Bu kravatla bağlanmıştım bir yere. Nereye bağlandığımı ne bilecektim? Ne bilecektim, nasıl bir seçim yaptığımı.”

Kendisine anlatı sırası gelene kadar önceki hikâyelerde çokça dükkânına girilen, çiçeklerine imrenilen, okuduğu ezana kulak verilen Yorgancı Hafız Yaşar Efendi ile okur; yıkılan dökülen yolların tam ortasında karşılaşır.

“Şehrin üzerinden destur demeyip gerine gerine geçip giden bu teller; ve mezarlıkları, maydanoz maşaralarını, üzerinde el izi kalmış kapı tokmaklarını, alçacık bahçe duvarlarını, mürdüm eriklerini, Ahi Baba Teknesi’ni yarıp geçen bu yol…” syf.34

Yazarımız Mustafa Kutlu’nun önceki hikâyelerde gergefine işlediği kocaman çelik dişlilere karşı duran, hikâyenin geleneğe dönük yüzü, direnişi temsil eden karakteridir Hafız Yaşar Efendi. Şehre gelen, eşyanın ve doğanın tabiatına aykırı gelenin karşısındadır. Sadece onun için -unutulmaya yüz tutmuş gelenekleri, inanca sahip olmanın son temsilini görmek için- dahi okunacak bir öykü; Red Cephesi.

Yolun şehre açtığı kapı genişleyip bozulma sırası hava, su, toprağın ardından insana geldiğinde zamana, fıtrata göre yaşaması yorgancıyı Hafız Yaşar, mitini ise dilden dile konuşulur yapmıştır. Ama birisi ile iki laf edilememiştir. Manifaturacı Rafet.

Rafet Efendi gelmişti geçende. Süleyman’ın dayısı, manifaturacı.

Oturup iki laf edemedik. Adamın arkasında ha bire soluyup durdular. syf.45

Ona söz “Manifaturacıda” gelir. Bütün öyküler arasında en mağlup olan belki de odur. Kaybeden ama kazandıklarını sayarken kaybettiklerinin farkına varamayan… Öykü sıralamasında ilk önce sele karşı ayakta kalanı sonrasında ise boğulduğunu fark etmeyene söz verilir. Hafız Yaşar’a güneş batmadan, manifaturacı Rafet’e gece olup şehrin ışıkları yandığında söz verilmiştir. Yazar seçimine göre muameleyi karakterlerine adil görmüştür.

“Ağaca ağaç gibi bakmayan, toprağa toprak diyerek basmayan, adama da adam gibi muameleyi bırakacak.” syf.39

Oysa o her şeyi yerli yerince yaşar. Gündüzü gündüz, geceyi gece gibi…

“Lambalar yandı.

Şehrin sokakları, çarşıları, meydanları, evleri aydınlandı.” syf.39

Yazar çeşit çeşit iplikler, lastikler, kumaşlar arasındaki manifaturacıyı bulur, ona kamerayı önce kapıdan sonra tezgâhının altına koyduğu armutların ve kayısıların yanından tutar. Seccadesi yalnız, dükkânı armut yenmeyecek kadar kalabalık manifaturacı, Süleyman’ın aksine tavşanı atıp devirmiştir. Ballı, sulu armudu foşurdatarak yiyen Rafet’in kalbinin devrilişine şahit oluruz. Geriye başında çöpü ile yarım kalmış bir armut bırakır.

Hikâyede “manifaturacılık” üzerinden akan kuvvetli bir alt anlatı vardır. Yazar; sanayileşmenin insandaki devrimi üzerine irice bir taş atar. Manifaturacının namazı muntazam bir anlatı ile fesat olurken kendi ziyana kaçak kat çıkmıştır. Geriye verdiği söz ve aldığı kararlar kalmıştır. Üstüne, sıra sıra dizip sırtını yasladığı raflardan bir kutu “nakış” olmuştur.

“Orada tezgâhın üzerinde yarısı yenmiş bir armut vardı… bir kutu nakış ipliği raflardan yuvarlanmış zemine allı yeşilli yayılmıştı…” syf.57

“Kahkaha Çiçeği” adıyla merakı kırbaçlayan ve yazarın orijinalliğine göz kırpan öykü teknik bakımdan da ziyadesiyle orijinaldir. Günlerce içinde söyleyeceklerini dolaştırıp sonunda kâğıda bırakma cesareti geldiğinde bir türlü cümlenin sonunu getiremeyişini, kendisinin de inanmadığı fuzuli sözleri boşanmakta olan eşine sunmaya çalışmasını, sarhoşken mümkün olmayan işler yapıp ayık vaktini buna pişman olmakla geçiren “sığınmacının” içindeki odalarda yankılanan sesine maruz kalınır.

“İçkiye sığınıyorum… İçimde zengin bir konuşma ortamı oluşuyor… Kaç kişi bilseniz… Ben… Karşı ben… Orta yolcu ben… Fitneci ben…”

Eskice bir deyim; “Su Sesi”. Mustafa Kutlu kimi yerlerde hala kullanılan bir deyimi içine alarak mı yoksa sonda “suya düşen” damlaya işaret etmek için mi öyküsüne bu ismi vermiştir, bilinmez. Ama öyküde “üç körün” yaktığı ateşin dumanı suya ulaşamaz. Su ateşi boğarmış, öykü sonunda derin bir nefesle, yaş otuz beş.

Yazar kitabının başlarında Yahya Kemal’e; Son’a yaklaşırken ise bitişlerin, gün batışının ve kızıl akşamların şairi Ahmet Haşim’e göz kırpar. Gelin biz de saçlarını tararken aynaya bakma tabiatı olmayan Sabahat’a artık aynaya bakamayan şairin şiiriyle göz kırpalım.

Su insanı boğar, ateş yakarmış!

Her doğan günün bir dert olduğunu,

İnsan bu yaşa gelince anlarmış.    -Cahit Sıtkı Tarancı-Yaş Otuz Beş

Olağanın dışında bir son bekler bizleri: “Son”da. Lunaparkın kucağına düşen bir ailenin piyangodan çıkan “fırında” pişirmeye çalışacakları hayatlarını kucaklayıp eve götürecekken saatin durması, olaya fantastik bir hava katar. Saatler bir türlü on ikiyi vurmaz, at arabası bir türlü balkabağına dönüşmez. Külkedisine ayakkabısını düşürüp kaçma fırsatı tanınmaz, bizatihi baloda tercihi ile baş başa bırakılır…

Sonu olmayan son vuruş. 

Son bir vuruş.

Mustafa Kutlu Kimdir?

Mustafa Kutlu 6 Mart 1945 Erzincan doğumlu, Türk yazar. Öykü ve denemeleriyle tanınır.

Erzincan’da doğdu. Erzincan Lisesini (1964), Erzurum A.Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyat Bölümünü (1968) bitirdi. Tunceli Lisesinde ve İstanbul’da Vefa Lisesinde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1974’te mesleğinden ayrılarak Dergâh Yayınlarında çalışmaya başladı. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nin yayın müdürlüğünü 3. ciltten itibaren üstlendi. (8 cilt, 1976-1998).

İlk hikâyeleri Fikir ve Sanatta Hareket dergisinde çıktı (İlk hikâyesi ‘O’, 1968). 1979-1982 yılları arasında bu derginin yazı işleri müdürlüğünü yürüttü. Ayrıca Adımlar (Erzurum), Hisar, Türk Edebiyatı, Düşünce, Yönelişler’de hikâyeler yayınladı. Dergâh dergisinin genel yayın müdürü oldu (Mart 1990). Zaman gazetesinde “Bir Demet İstanbul” başlığı ile şehir yazıları (1986), Yeni Şafak gazetesinde kültür ve spor yazıları (1995) yazdı. Kanal 7’de kültür programları hazırladı.

YORUM

WORDPRESS: 0